Şimdi biz şu zamanlar Arapçanın, Farsçanın, Türkçenin karıştığı bir şiir gibiyiz. Lügat lazım anlanmak için. Girift bir yapıyız. Müstakil bir parsel sayılırız.


Susmak kanımıza işlemiş, hüzün kanadımıza. Uçsak dökülür bir bir hüzün, öyle hassas yerleştirilmiş her biri içimizin bir köşesine. Şu köşe haz köşesi, şu köşe kuş köşesi, şu köşe özgürlük... Sen neysin öyle Özgürlük hem her an guguklu saat gibi çıkan kuşsun -muhabbetli olanından- hem hasretsin kilimlere özgü.


Uyku yok. Uyumak göz yummak demek sabaha, yatmak var kalkmanın habercisi. Sabah güneşi yerden alıp yerine koymak ve bir de şöyle uzağa çekilip bakmak olmuş mu diye.

Götürdüler sokaktan mintileri.


Dişini fırçalarken dilini unutanlar kötü sözcükler üretiyorlar sokakta çocuğa. Son ses müzikle bir araba geçiyor sokaktan, durmadan uçak kalkıyor evimizin üstünden. Havalimanını mı bulamıyorlar nedir?


Susmak susamak gibi, ses sensemek gibi. Susmak susam gibi. Simitli susam... Simitleri olan susam, susamları olan simit. İstanbul. Martı. Kahverengiye çalan her şey... Minel aşk..

Yüzde tebessüm, gönülde hasret. Kırmızı ağaca takılıp kalmış kilimim. Taş atarsan ağaç incinir, tırmanmak belki ama kanadını kullanmak olur gibi. Ağacın yanında bir ev. Karşısında etrafı hafif yerden yüksek çember bir derincik havuz. İçine kağıttan gemilerini koydum. Ev ahşap. Buradan bakarsan iki pencere gözüküyor, basamakları -3 yahut 4 tane- çıkarsan bir masa ve sandalye bekliyor seni. Aşağıdan çekiç sesleri ya da kitap sesleri. Evet takır takır kitap sesleri...


Kovalamaç mı oynuyorlar dersin?


Şimdi ezan arası dünyaya.

-23/06/05