Odanın kapısı açıldı. İçeri bir hışımla girdiğinde gördüğü manzara karşısında donakaldı. Düşündüğü ilk şey salıncaktı. Salıncakları severdi, daha bugün binmek istediğini söyleyip karşılık alamamıştı. Karşısında sallanan adamın çorabına baktı, delikti ve ayak başparmağı dışarı çıkmıştı. Nefesi daraldı, bir çığlık içinde volkan gibi patlamaya hazırdı. Olduğu yere, dizlerinin üzerine çöktü. Sadece yırtık çorabına bakıyordu. Lacivert, ince, yırtık bir çorap. Kafasını yavaşça kaldırdı, mosmor olmuş kafasına baktı. “BABA!” diye çığlık atmaya başladı. Komşular kapıyı yumrukluyordu, oysa o sadece durmadan akan volkandı. Kıpırdayamıyordu. Karşısında bir dağ asılıyken o sadece ondan çocuğuna kalan bir çığlıktı.


Komşunun biri beyaz demir kapıya tekme atıyordu. Eylül’ün çığlıkları boğazını yırttığı için sadece hırıltılar çıkarabiliyordu. Genç çocuk kapıyı kırmış, etrafında insanlar koşuşturuyordu. Salıncağı düşünüyordu. Sallanan bir mutluluktu onun için. Babası hep hüzünlü bakan gözlerle onu parktaki salıncağa götürür, o sıkılana kadar sallardı. Arada sigara içmek için dururdu. Eylül bir kediyi görür, peşinde koştururdu, yan gözle babası ona bakıyor mu diye bakardı. Baktığını gördüğünde kocaman gülümserdi. Yalnız o vardı hayatında. O her şey olmuştu ona. Annesinin öldüğü günden beri gözlerinden bulutlar silinmemişti. Şimdi Eylül 25 yaşında bir doktordu. Salıncakları hala severdi. Babasını sallanırken ilk defa görüyordu. “Sen de mi seviyordun sallanmayı baba?” dedi içinden ve hıçkırıklar boşaldı içinden.


Toprak. Kahverengi, ufalanan içinde böceklerin dolaştığı şey. Saçında siyah bir örtü vardı, sarı saçları arasından dalgalanıyordu. Kalabalıktı, Arapça kelimeler duyuyordu. Çömelmiş, sigara içiyordu. Elinde toprağı sımsıkı tutmuştu. Annesinin mezarından alıp cebine koymuştu küçükken. Anneannesi, toprak götürülmez evladım, günahtır, demişti. Babası ise kulağına yavaşça eğilip "bir daha gittiğimizde saksı götürelim, annenin toprağından alıp çiçek dikelim içine" demişti. Annesinin toprağıyla ektiği sardunyalar hala açmaktaydı. Ağlamıyordu. İnsanlar ölür diyordu. Ama o benim babam, insan değil ki. İnsanlar ölür, çiçekler ölür, annem öldü. Ama o benim babam, o ölemez ki. Gözünden yaşlar akmaya başlamıştı. Babası mezara indiriliyordu. İndirdiler, tahtaları yerleştirdiler; kuzeni küreğe toprağı doldurdu. Eylül bir anda bağırdı: “Durun!”. Herkes şaşkın bir ifadeyle ona bakıyordu. Kuzeninin yanına gitti; ağzında sigarası, küreği elinden aldı ve toprak atmaya başladı. Olmaz kızım, yapma kızım diye elinden küreği almaya çalışıyorlardı. Eylül sinirlenip küreği savurdu “O benim babam, siz kimsiniz, o benim babam! Bunu ben yapmak istiyorum, kimse karışmasın yoksa kürekle vururum.” dediğinde kimse yanaşmadı. Bir, iki, üç, beş, on derken kollarında hiç güç kalmamıştı. Dizlerinin üstüne çöktü ve hıçkırarak ağlamaya başladı. Etraftakiler gelip elinden küreği aldı. Ağacın altına getirip oturttular, su verdiler. Titreyen elleriyle suyu içti.


Bütün kalabalık gitmişti. Eylül bomboş evin içinde geziniyordu. Ağlamaktan göz pınarları kurumuştu. Kütüphanenin önüne geldi. Babasının kitaplarını karıştırmaya başladı. Genelde kitapları hep nizami bir şekilde sıralı dururdu. Bütün kitaplar yayınevlerine göre dizilmiş kocaman bir kitaplıktı. Hiç karıştırmazdı, rastgele koymazdı. Bir kitap farklı bir bölümdeydi. Kitabı çıkardı. Altı çizili alanlar buldu. Asla yapmayacağı bir şeydi bu. Tertemiz okur, önemli bir cümle ya da bölüm görürse bile altını çizmezdi. Her şeyi aklında tutardı. Goethe’nin Genç Werther’in Acıları kitabıydı. Altı çizili yerleri okudu.

“Eğer insanlar imgelemleriyle geçmişteki kederin anılarını çağrıştımak uğruna bu denli çaba gösterecekleri yerde, kayıtsız bir şimdiye katlansalardı, çektikleri acı daha az olurdu.”


“Ah, bu boşluk! Göğsümdeki bu korkunç boşluk! Yalnızca bir kez, yalnızca bir kez yüreğime bastırabilsem onu.” 


“Savaşmayı bırakıyorum, bunu veda say.” cümlelerini okudu. Bu babasının veda mektubuydu. Biliyordu Eylül’ün onu bulacağını. Kitaba sarıldı ve saatlerce ağladı.


Resim: Denis Sarazhin - Fragment