Joseph Campbell’ın “Kahramanın Sonsuz Yolculuğu” isimli eserini, okumayanınız vardır ama duymayanınız var mıdır? On sekizinci yüzyılın sonlarında doğan, geliştikçe de tüm sosyal bilimleri etkileyen psikanalitik okulun bir takipçisi Campbell. Başlangıçta Freud’un öğrencisi olan ancak sonrasında pek çok açıdan ondan ayrılan Jung’ın öğrencisi olmuş. Ekolün kurucusu Freud gibi, onun tüm öğrencileri de insanı anlamak için çıktıkları yolculuklarının ilk adımını, insanların ilk anlatılarında aramışlar. Öyle ya, hem kutsal sayılan hem de tarihimizin en eski izlerini barındıran mitler, başlangıçlara ilişkindir.

 

Campbell, sıradan bir insanın hayatına ideal bir örnek oluşturması için tasarlanan mitsel kahramanların hayatlarının ikinci yarısına odaklanarak ortaklıkları keşfetmiş ve bir kahraman kalıbı geliştirmiş. En genel anlamıyla kahraman kalıpları, bu ideal insanların hayatlarından yola çıkarak bulunan belirli ortaklıkları tespit edip bizi, insanı biraz daha anlamaya yaklaştırmaya çalışıyorlar.


Kahramanın Sonsuz Yolculuğu’nda Campbell, mit ve efsane kahramanlarının yaşamlarını üç evrede ele alıyor. Bu evreler “Ayrılma”, “Erginlenme” ve “Dönüş” başlıklarını taşıyor. Sırasıyla evrelerden geçen kahramanlar, Campbell’ın ve çoğu psikanalistin de üzerinde durduğu şekliyle bir arketip’e, yani bir ilk örneğe bağlanıyorlar.


Kahramanların macerası genel olarak şöyle: En başında, kendini çok iyi tanımayan ve toplum tarafından da tanınmayan genç bir kahraman var. Bir yerden sonra bu kahraman, belirli bir amaç doğrultusunda kendi korunaklı dünyasından çıkmak zorunda kalıyor. Amacına ulaşmak için çıktığı yolda pek çok engelle karşılaşıyor, bu engelleri aştığı takdirde kendini tamamlamış oluyor ve toplum tarafından da tanınıyor. Sonuçta ise tekrar başladığı yere; evine, dönerek yaşadığı toplumu ihya ediyor.


Bu kahramanların belirli bir ilk örneğe bağlandığını ve çoğu araştırmacının da bu ilk örneği aradığını söylemiştim ancak kahramanları çok konuşuyoruz zaten, biraz kendi hayatımızla beraber değerlendirelim istiyorum. Bence bir dönemlerin çığ gibi büyüyen eğilimi Anadolu Rock ve onun kanlı canlı icracıları, bunun için harika bir örnek.


İlk aşamada, “Ayrılma” var.


Barış Manço, Erkin Koray, Moğollar gibi nokta atışı örnekler ile devamında hemen sayacağımız Cem Karaca, Ersen ve Dadaşlar’ın kurucusu Ersen Dinleten yahut Fikret Kızılok gibi isimler, Campbell’in mitler ve efsaneleri inceleyip ulaştığı hayat çizgisini takip eden gerçek insanlar olarak karşımızda duruyorlar. İlk grupta saydıklarımız evden ayrılışlarını yabancı ülkelere giderek yaşamışlar; ikinci gruptakiler ise kendi ülkelerinin topraklarına yolculuğa çıkmışlar. Tarzları en başta farklı farklı; hepsi, İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemin yükselen popüler kültüründen esintilerle rock müziğe meyil ediyorlar, amatör olarak Beatles yahut Rolling Stones şarkılarını seslendiriyorlar. Fakat evden ayrılmalarıyla başlayan serüvenlerinin ilk aşamaları, onları değiştiriyor.


İkinci aşamada, “Erginlenme” var.


Hepsi, gittikleri yerlerde yeni müzik aletleri, yeni notalar ve yeni müzik yaklaşımlarla tanışıyorlar. Barış Manço, Belçika Kraliyet Akademisi’nde eğitimine başlamadan önce Paris’e gidiyor; burada Fransızcasını ilerletmekle birlikte müzik tarzını da yavaşça değiştiriyor. Eğitimine devam ettiği süreçte bir şair olan André Soulac ile tanışıyor, yeni benimsediği tarzına bu ‘yabancı’ şair, kendi kültürünün sözleriyle güfte veriyor. Öyle ki Manço’nun Türkiye radyolarında ilk duyulan şarkıları, bir Fransız sanatçı olarak düşünülüp bu şekilde sunuluyor.


Cem Karaca’nın yolculuğu onu, ilk grubu olan Kardaşlar’dan sonra, Köln’e götürüyor. Burada şarkılarını Ferdy Klein Orkestrası ile kaydediyor. Erkin Koray, Hamburg’a gidiyor, burada bir Alman grup ile çalışıyor. Başlarda İngilizce şarkılar ortaya çıkartsa da yurduna döndüğünde, gerek uzun saçları gerekse de tarzıyla beat müziğin Türkiye’deki temsilcisi olarak anılıyor. Kendi topraklarında evinden uzaklaşan Fikret Kızılok ise yolculuğuna, arkadaşı gazeteci Arda Uskan ile çıkıyor. Bu yolculukta Âşık Veysel ile tanışıyor ve bu tanışma, müzik kariyerini başından sonuna değin değiştiriyor.


Anadolu Rock kategorisinin içerisine alabileceğimiz çoğu kişinin ve grubun, biraz yakından bakarsanız az çok aynı şekilde gelişen ve hem onların müziğini hem de bizlerin onları algılayış biçimimizi büyüten yolculuklarını göreceksiniz.


Üçüncü aşamada, “Dönüş” var.


Bazıları siyasi ortamdan kaçış, bazıları sürgün, bazıları eğitim amacıyla yurt dışına; bazıları ise belki de kendilerini daha iyi anlamak için yurt içine doğru çıktıkları yolculuklarından bu isimler, hiçbiri istisna bırakmayacak şekilde engellerini aşarak, toplumları tarafından neredeyse hemen tanınır olarak ve onları belirli bir açıdan ihya etmek üzere dönüyorlar. Engellerinden ders alıyor, bu süreçte kendilerini de toplumlarını da belki, deryanın içerisindeki bir mahi olmadıkları için, daha iyi değerlendirmeyi başarıyorlar. Sonucunda ise ortaya, bugün Anadolu Rock Revival isimli müthiş bir projeyle hayata döndürülmeye gayret edilen, eskiyle yeniyi, geleneksel ile popüleri, daha da ötesinde tüm sembolik anlamıyla kendimiz ile öteki'yi birleştiren şarkılar çıkıyor.


Bugün Barış Manço’ya dünyaca tanınırlığının yanında Türk üniversitelerinden fahri doktorasını veren, işte bu dönüşü oluyor. Bugün Cem Karaca’yı milyonların anmasının, şarkılarının ilk tınılarıyla çoğumuzun tüylerinin diken diken olmasının sebebi, bu dönüş. Bugün, rastgele bir kafede, Moğollar yahut Ersen ve Dadaşlar çaldığında dimağlarımızda, o zamanlara yetişmemiş dahi olsak bir Altın Çağ özlemi gibi beliren nostalji hissinin sahibi, bu dönüş. Anadolu Rock’ın hemen her parçasını dillerimize yerleştiren, Cem Yılmaz’a o meşhur esprisini yaptıran da bu dönüş.


Mitler, efsaneler, destanlar ve hatta masallar, bizlere örnek almamız için ideal tipler sunarlar. Toplumla uyumlu şekilde varlığını sürdüren, toplumun kendisinden beklediği şeyleri yapan, toplumu hak ettiği yüksek konuma taşımaya yardımcı olan ve neticesinde de yine bunları yapmakla yükümlü kılınan yeni nesiller yetiştirmesi beklenen tiplerdir bunlar. Ancak sonradan sonraya unuttuğumuz yahut unutturulmaya çalışıldığımız hâliyle aynı zamanda değişimi hisseden, isyan eden ve gerekirse varını yoğunu ortaya koyarak bu değişimi tetikleyenler de onlardır. Hayvancılıktan başka yol bilmediği hâlde vergiler için halkı bataklıklara hapsedilen ve bu yüzden “Ferman padişahın, dağlar bizimdir” diyen Dadaloğlu gibi, en başlarda sivriler, aradan zaman geçtikten sonra ise birer kahraman. 


Anadolu Rock’ın simge isimlerinin hayat yolculuğu, ilk bakışta çoğu yaşlımızın “Ne yapıyor bu değişikler” diyebileceği bir müzik videosu ile yine aynı yaşlılarımızdan daha eski bir türküyü seslendirerek çıkışını yapan Barış Manço’nun hikâyesi gibi, benim dilim döndüğünce anlatmaya çalıştığım kısa şekilleriyle mitik kahramanlara, oldukça benziyor.


Nesilden nesile aktarılan, değişip dönüşerek devam eden bir yolculuk bu. Yenileri gelir mi, biz nostaljisine takılıp onların yerine koyar mıyız, bilinmez. Ancak öyle görünüyor ki en eski anlatılarımız, hâlâ, bin yıllar sonrasında yaşayacak olan insanların yolculuğunu betimliyor. Siz ne dersiniz?