Aynı günün sabahı karşılaştım onunla. Apartman boşluğundaki o saçma aynada görmüştüm onu.

 

Evden çıkıp kaldırımda yürümeye başladığım anda kafamın içinde ayakta gezinen ne varsa yerine oturmuştu. Sakin gibiydim dışarıdan bakınca. Bir simit alayım da nefesime binen yalnızlık dağılıversin dedim, kendime istikamet verdim.

 

Sakallarıma bulaşan saçkıran saçmalığının nereden gelebileceğini düşündüğüm kadar bunun çözümüne girişsem şimdi daha da fazla sakalım olacaktı lakin o sarımsağı ilk günden sürmek aklıma gelmedi. Ben daha çok elalem ne der sokağında gezinmekle meşguldüm.


-stres bu olayın bir numaraları nedeniymiş, insan o kadar çok sıkıntıyı tek bir yerde topluyormuş ki sonunda dertten sakallar dökülüyormuş-

 

“Söylesene birader ne düşünüyorsun?”

 

Ben elimdeki sonradan hatırlayacağım bozuk paraları şıngırtada şıngırtada tezgahtaki en zayıf simite bakarken adam yine bana doğru elini göstererek “fırından yeni çıkacak olanlar var birader, istersen beş dakika bekle” Ben de elimdeki bozuk paraları görünce beklemenin mantıklı olacağına karar verdim. Sonra aldım simiti çıktım dışarı. Parasını verip sıkıntımı bırakacağım bir yer olmadığı için sıkıntımı cebimde taşımak zorunda olma haliyle ilk kalkacak vapura atladım.

 

Martılara simit atarken bir an farkettim -bir histir o, elbet duyumsamışsınızdır- Ben aslında sıkıntıma neden olan şeyleri değil, sıkıntının kendisini düşünmeye başlamışım. Şimdi olaya böyle bakınca sanki bir kapı aklımın içine doğru açıldı ve yıllardır orada olan ama daha önce hiç farkına varmadığım bir oda ile karşı karşıya kaldım. Sıkıntıya neden olan şeylerden ziyade, sıkıntının kendisini düşünmeye başladığımda, artık o nedenler canımı acıtmıyor bilakis sıkıntının kendisini görmemi sağladıkları için bir geçit görevi -tabii eğer geçitlerinize uygun anahtarı oluşturabiliyorsalar- görmeye başlamıştım. Sonuçta insan ömrü boyunca çektiği sıkıntılarla boğuşurken hayatının sonuna doğru anımsadığı tek şey, hayatı ile ilk tanıştığı güne göre çok daha pahalı olduğunu anlaması. Belli bir yaştan sona kutlanan ya da anımsanan doğum günlerinde zihinlerde dolanan o aynı fikir gibi; aldığım bir yaş sanki artık iki ya da üç yaş gibi gelmesi. Sanki üzerimize bol gelen uzun kollu bir atletin esareti içerisindeyiz. Şüphesiz bunda zamanın rolü büyük. Ama ben dikkatin şu yönde toplanmasından yanayım; hayat aslında başka insanların filtrelerden geçmemiş ham söylemleri üzerinden ne dediklerini çok fazla kafaya takmadan yaşanması gereken öznel bir süreç. Eğer etrafınızda uyum sağlayabildiğiniz insanları toplarsanız ve onların da filtrelerden geçirilmiş söylemlerine kulak kabartırsanız işte o zaman insan, zaman algısını daha da kaliteli bir norma kavuşturuyor. Sonuçta bizi biz yapan şey zaman. Zaman algısını ve sıkıntın kendisini düşünerek daha sağlıklı kararlar alabiliriz ve bizi aşağıya çekecek nedenlerden otomatik olarak uzak kalabiliriz.

 

Vapurdan bu düşünceler eşliğinde inerken biri dirseğime dokundu, döndüm baktım o! Daha ilk göz göze gelişimizde tanıdım onu. Aradan geçen yıllar onun yüzünde derin anlamlar bırakarak göz çukurlarını değiştirmiş olsa da, o bakışı biliyordum işte. Hiç bir yere gitmemiş ve günün birinde bana isabet olabilmek için o iki gözün içinde hep beni aramış. Nihayet buluştuk işte. Bakışları içime siniyordu. Bir kaç kısa konuşma sonunda sessiz bir şekilde deniz kenarından dümdüz ilerledik. Ben şimdi sıra da ne var diye geçirirken içimden, içim hadi gel eski gittiğimiz kafede bir şeyler içelim dedi. Yolda rastgele otobüs durağındaki camda yansımama baktım, sanki saçkıran küçülüyor muydu ne...