Mezarın başına çöktüğünde etraf zifiri karanlığa bürünmüş, akreple yelkovan yeni güne kavuşmak istercesine birbirlerini kovalıyorlardı. Oysa onun için zaman kavramının bir anlamı yoktu artık. 30’lu yaşlara merdiven dayamış, sevdiğini kaybettiğinden beri geçen 2 ay öncesine kadar hâlâ genç sayılırdı. Oysa son 2 ay ondan çok şeyler götürmüş, saçı sakalı beyaza bürünmüştü. Çok yalnızdı. Mecbur kalmadıkça kimseyle konuşmuyor, sadece o mezarın başında nefes aldığını hissediyordu. Sevdiğinin baş ucunda. Liseden beri sevdiği ama sevdiğini hiç kimseye söyleyemediği güzel gözlü Funda, toprak olmuştu. 


Gündüzleri mecburen işine gidiyor, iş çıkışları hava kararana kadar bekliyor, sonra soluğu yine mezarlıkta alıyordu. Yalnız yaşadığı evine neredeyse sadece duş almaya ve üst değiştirmeye gider olmuştu. İlk ve son kez Funda’yı sevmiş ama bunu ona bile söylememişti. Lise sonrası ne yapıp ettiğini sürekli takip etmiş ama karşısına çıkıp konuşacak gücü kendisinde bulamamıştı. Hayatta yaşadığı en büyük pişmanlık, trafik kazasında kaybettiği sevdiğine açılamamak olmuştu. Ailesini zaten küçük yaşta kaybetmişti. Akrabalarıyla görüşmez, sadece arkadaşlarını önemserdi. Son 2 aydır arkadaşları da umurunda değildi. Onlar da Funda’ya olan aşkını bilmedikleri için girdiği bu dipsiz depresyonu, günden güne kendini bitirişini anlayamamışlar ve zamanla ''Bizi önemsemeyeni biz de önemsemeyiz'' dercesine uzaklaşmışlardı. Hayatta kimsesi kalmamış, tüm sevdikleri başka bir aleme göçmüşlerdi. Her gün ama her gün ölmek için yalvarıyor ama çağrısına cevap bulamıyordu. İşinde yüzü asık, mecbur kalmadıkça kimseyle konuşmayan, verilen selamı bile almayan bir insan olmuştu. Hiç kimse umurunda değildi. Onunla konuşmaya çalışanların üzerinde kendilerini önemsemediğinden çok, sanki onları hiç görmüyormuş izlenimi bırakıyordu.

Bir akşam yine mezarlığa geldiğinde mezarın başına kıvrılmış simsiyah bir kedi gördü. Ne kara kedi hakkında söylenenler, ne gece mezarlığa gidilmez tarzı söylemler umurundaydı. Kedinin yanına, mezarın başına çöktü. Kedi kaçmamıştı. Kediyi kucağına aldı. ''Çok siyahsın,'' dedi, ''hayatım kadar siyah. Senin adın gece olsun.'' Kedinin bakışlarından bu ismi onayladığını hissetti. ''Eğer ben yokken burada bekler ve Funda'mı yalnız bırakmazsan sana her gece yemek getiririm.''

 

Ertesi gece elinde iki tane kap, süt ve kedi için aldığı mamayla geldi. Kedi oradaydı. Mezarın başına çöktü. Hemen kediye aldıklarını kaplara boşalttı. Kedi hunharca yemeğine saldırırken o da biraz Funda'sıyla sohbet etti. Ona sevdiğini söylemediği için duyduğu pişmanlığı anlattı. Günlerinin bomboş geçtiğini, ölmek için dualar ettiğini anlattı. ''Karşıdan karşıya dikkatsizce ve aniden koşarak geçiyorum ama arabalar bile bana çarpmıyorlar.'' Uykusuz gözlerinden akan yaşlar toprağı ıslatıyordu. Karnı doyan kedi mayışmıştı. Kucağına aldı ve başını sevdiğinin toprağına dayadı. Uyandığında sabah ezanı okunuyordu. Mezarlığın karşısındaki camiden okunan sabah ezanları onun için çalar saat işlevindeydi.


Artık her gece elinde poşetle geliyor ve kedinin suyunu, yemini ve sütünü veriyordu. Anlaşmaya mı sadık kalmıştı yoksa her gece gelen yiyeceğe mi bilinmez ama kedi mezarın başından ayrılmaz olmuştu. Artık tek arkadaşı Gece isimli kediydi. Sürekli kendisi konuşuyor ama hem Funda’nın hem kedinin onu dinlediğine inanıyordu. Sabaha karşı kediyi kucağında uyutuyor sonra başını sevdiğinin toprağına yaslayarak uyuyor ve yine sabah ezanında kalkıyor ve birkaç saatlik uykuyla işine gidiyordu. Uykusuzluğa alışmıştı. 


Birkaç ay daha aynı rutinde geçmişti. Kediyle birbirlerine iyiden iyiye alışmışlar, adeta can yoldaşı olmuşlardı. Artık daha az ağlıyor, sanki gerçeklerden kopup üçü beraber oturup muhabbet ediyorlarmış gibi hayaller aleminde yaşıyordu. Kedinin keyfi yerindeydi. Her gün farklı farklı yemekler geliyordu. Soğuk gecelerde paltosunu sevdiğinin toprağına örtüyor, kediyi de paltonun altına yerleştirip kendisi tir tir titrese de onların üşümesine izin vermiyordu. Küçücük dünyasının merkezi biricik Funda'sı ve gençliği kadar karanlık olan kedisinden ibaretti. 


Bir sene kadar geçmişti. Bir gece elinde poşeti geldiğinde kediyi orada göremedi. Seslendi, aradı ama bulamadı. Tek başına mezarın başına çöktü. Ağladı. Funda’ya sormak istedi ama kedinin onları terk ettiğini söyler diye korktu. Öyle ya kimseler duymasa da o duyardı Funda'sını. Yüreği sıkışıyor, içi içine sığmıyordu. Midesine kramplar girdi. Sabaha kadar gözüne uyku girmedi. Hep bir umut bekledi ama kedisi gelmedi. Hiç böyle yapmazdı ki. Acaba ondan sıkılmış mıydı? ''Sen de gitme'' dedi kendi kendine. ''Bari sen beni terk etme.'' Öyle üzgün ve bitkindi ki işe falan gidecek gücü kendisinde göremedi. Umurunda da değildi zaten. Kedisi yoktu. Funda'sından sonra kedisinin de onu terk ettiğini düşünmek bile istemiyordu. Gün doğmuş, o hâlâ mezarın başındaydı. Gündüzleri iş olmasa bile Funda’nın ailesiyle denk gelmemek için gündüzleri pek uğramazdı. Ama o gün birinin gelmesi bile umurunda değildi. O kadar mutsuzdu ki akşama kadar mezarın başından ayrılmadı. Kimse de gelmedi zaten. Akşam oluyordu. Kediden hâlâ ses yoktu. Bir anda gözleri fal taşı gibi açıldı. ''Tabii ya'' dedi kendi kendine. ''Önceki gün aldığım yemini beğenmedi, ondan gelmiyor.'' Hemen kalktı. Markete gidip bütün parasıyla kedinin yiyebileceği her tür şeyden aldı. ''Şimdi gelecek.'' dedi. ''Bu kadar yiyeceğe hayır demez o. Hem özlemiştir beni de.'' Elinde poşetler mezarlığın girişine yaklaştığında kedisine bakınarak, ''Her şeyden aldım, gel inat etme, çık ortaya istediğinden ye'' diye bağırıyordu. İlerledi. Yolun kenarında, Mezarlığın girişinin köşesindeki çöp konteynırının dibinde kedinin parçalanmış cesedini gördü. Poşetler elinden düştü. Olduğu yere diz çöktü. Bahtı kadar kara kedisi ölmüştü. Bir süre olduğu yerde ağladı. Sonra kalktı, sendeleye sendeleye ilerleyip kediyi kucağına aldı. ''Tüm yiyeceklerden almıştım sana.'' dedi hıçkırıklarla karışık sesiyle. Gözyaşları kedinin cansız bedenine damlıyordu. Funda'sının mezarının başına götürdü kediyi. Üstten toprağı biraz eşeleyip kediyi koydu ve tekrar eliyle kapattı. Artık kedisi de ebediyen Funda'sıyla beraber orada uyuyacaktı. İçindeki huzursuzluğun tarifi yoktu. Gözleri ağlamaktan şişmiş, akacak bir damla yaş kalmamıştı. Bir an düşündü. Kedisine de hiç onu sevdiğini söyleyememişti. Tıpkı Funda'sına olduğu gibi. ''Benim de sorunum bu.'' diye geçirdi içinden. ''Kimselerin sevemeyeceği kadar çok severim ama kaybetmeden söylemeyi akıl edemem.'' Perişan haldeydi. Gece, üzerine çöküyordu adeta. Göğsü sıkışıyordu. ''Ölmek için daha fazla bekleyemem.'' dedi. Başını göğe kaldırdı. ''Lütfen,'' dedi, ''tam şu an.'' Karşılık bulmadı dileği. ''Yapamam!'' diye bağırdı. ''Gücüm kalmadı artık. Yapayalnızım yine. Bir kez daha tutunamam.'' Hâlâ nefes alıyordu. Her nefes aldığında içi acıyordu. Ölememek büyük bir yüktü onun için. ''Hayır,'' dedi. ''Daha fazla katlanamam.''  Cebinden çocukluğundan beri yanından ayırmadığı çakısını çıkardı. Mezar taşına Funda'sının hemen altına ''Biricik kedimiz Gece” yazısını kazıdı belli belirsiz. Mezar taşını öpüp, son kez sarıldı. Sonra çakısıyla bileğini tek hamlede kesip başını sevdiklerinin toprağına yasladı. Rüzgar tüm soğukluğuyla yüzünü yalarken gözlerini kapattı. Hayalinde bir kanepede oturuyordu. Kucağında kedisi. Funda başını omzuna yaslamış. Eğilip Funda’nın saçlarından öptü. Kedinin başını okşadı. ''Hayır,'' dedi, ''hayal olamayacak kadar güzel bu.'' Bilincini yitirmeye başladığında bileğinden akan kan, hem sevdiği kadını, hem kedisini yutan toprağı kırmızıya boyamaya başlamıştı...