Terasa çıkıp sigaramı yaktım. Karşımda duran uçsuz bucaksız bozkırı ve dağların ardında kanlara bulanan güneşi seyrettikçe içimi ürperten, tükenmek bir yana daha da çoğalan bulantı kaplıyor. Az sonra bu şehir gri olacak, sonra da siyah. Dumandan ziyade bulutların suladığı toprağın kokusu bronşlarımı yakıyor. İnsanlığın kutsallığından arınıyorum galiba, aklıma her şey geliyor; çocukluğum, yalnızlığım, kendim, yeşil reçeteler, kahverengi şişeler her şey! Ben burada ruhum tarafından boğuluyorum. Yaşadığım yıllar film şeridi gibi geçiyor gözümün önünden, o yıllar ki içime doluyor, gırtlağımda birikiyor, ciğerlerimi acıtıyor, kaburgalarımı kırıp dışarı çıkmasını, gırtlağımı patlatıp beni öldürmesini diliyorum. Gecenin siyahını soludukça afakanlar basıyor ama dolunayın ihtişamı rahatlatıyor beni. Vertigo sayesinde uzadığını düşünsem de tam bir daire olduğunu unutmayacak kadar akıl sağlığımın yerinde olmasını fark etmem istemsizce gülümsememe sebep oluyor.

Raylara uzansam bu gece biter miydi bilmiyorum. Bir kabusun içinde bilinmezliğe doğru sürükleniyorum.

Gökyüzüne baktığımda bulutlar can çekişiyor ve gökyüzü bulutlara serzenişte bulunuyor gibi hissediyorum. Şu an tek istediğim bu gecenin bitmesi… Düşününce aklıma o soru geldi: "En uzun, en çaresiz geceni düşün. Sabah olmadı mı?" Güneş batalı çok olmadı, bu gecenin sabahı olacak mı gerçekten bilmiyorum.