Marcel Duchamp’in sanat anlayışını ve Fountain isimli yapıtını incelemeden önce bu anlamda tarihsel olarak geçiş sağlayan bir süreçten bahsetmek gereklidir. Öncelikle sanat, modernizm ile birlikte geleneğin yıkılmasıyla bu anlamda yenilik ve değişim içine girmiş, geleneksel gerçeklik anlayışına karşı çıkarak kendine yeni bir yol yaratmıştır. Önceki yüzyıllara baktığımızda yağlı boya ve tuval resmi geleneği yerini empresyonizm, kübizm, konstrüktivizm, dadaizm, soyut dışavurumculuk gibi pek çok akıma bırakmıştır. 1950’lere gelindiğinde ise Marcel Duchamp ve Andy Warhol gibi sanatçılarla birlikte yeni bir açılım kazanmıştır. Postmodernizm dediğimiz bu evrede ve 1960 sonrası hemen hemen tüm sanat hareketlerinin gerçekleştirilmesinde sanat, teknoloji ve hazır nesne önemli bir unsur halini almıştır. İşte böylece sanatta teklik, biriciklik, yaratıcılık anlayışı terk edilmiş ve bunların yerini bir sanat eserini meydana getiren nesnenin her yerden temin edilebilen endüstriyel bir obje olması -diğer anlamıyla hazır nesne- anlayışı ortaya çıkmıştır.


Duchamp’ın Fountain isimli yapıtına gelince; birçok sanat çevresi tarafından kabul edilmesi zor bir yapıt ortaya koymuştur. 1917 yılında bir pisuvar satın alarak onu ters çevirmiş, üstüne sadece R. Mutt ismini ve tarih atarak ünlü bir sergiye göndermişti. Birçok tartışmaya sebep olan bu olaydan sonra sanat dünyası ikiye bölündü; gündelik kullanım nesnesine sanat muamelesi yapılmalı mıydı? Yapılmamalı mıydı? Böylece sanat ve zanaat arasındaki o soyut çizgi bulanıklaştı ve akıllara bir soruyu daha getirdi: Sanatçı eserini gerçekten kendi elinden mi çıkarmalıydı? Sanatı kuşkusuz bir fikir olarak gören Duchamp, bu yapıtı meydana getirirken altında yatan fikri sorgulatmak niyetindeydi. Endüstriyel objelerin sanat alanında kullanımını zihinsel bir aktivite olarak görüyordu. Yani pisuvarın gündelik yaşamdaki toplumsal şeklini ve işlevini koruyarak aynı zamanda zihinde başka bir anlamını daha ortaya koymak istiyordu.

Duchamp burada, bir fabrika üretimi nesneyi seçerek ve farklı bakış açısıyla onu sanat eserine çevirerek ve sergilenmeye değer olduğunu düşünerek tüm koşulları yerine getiriyor ve o yapıt üzerinde onun kayda değer bir eser olduğunu kabul ettirmek istiyordu. İnsanlar içinse bu durum zordu çünkü tüm geleneklere neredeyse karşı çıkılıyordu ve bu sınırları zorlayan sıra dışı bir işti. Sanatçının herhangi bir emeği ya da işçiliği yer almıyordu. Üstelik nesne hazır olarak satın alınmıştı. Heykel olarak bile adlandırılamazdı çünkü dikkat çekici değildi. Belki de tüm bu tartışmaların arkasında sanatın estetik olarak haz verme meselesi yatmaktaydı. O zamana dek sanat estetik olarak görsel ya da başka bir anlamda insanlara genelde hoş ve coşkulu duygular veriyordu. Bizi heyecanlandırıyordu. Ancak ‘Fountain’ bunların çok ötesinde estetiksel haz vermekten oldukça uzak, zevksiz ve hissi olmayan bir nesneydi sadece. Her şey bir kenara, klasik ideallere karşı çıkan bir eser olduğu için ve anti-sanat bağlamında değerlendirildiği için de kabul görmemesi muhtemel olmuştur. Aynı zamanda herhangi bir mesaj kaygısı taşımaması da insanlara garip gelmiş olabilir. İnsanlar, ‘güzel’ anlamda bir tablo ya da ‘heybetli’ bir heykel görmekten uzak, sadece düşünsel bağlamda sorgulanmak istenen sanat eseri görünce bunun, onlar için kabul edilmesinin oldukça zor olduğu düşünülebilir.