Hafif bir rüzgar eser umudumuza dolardı

Nisandı

Bazı akşamlar düzlüklerde yürünürdü

Düz yollarda dolanması ayakların

Bir dağın bağrını delerdi


Ayaklarımızın altında çatırdayan dallar

Ve biri çalkantılardan bahsederdi

Serin akşamlarımı yuttu bu illet derdi

Bunu yalnız dizlerim anlardı

Yere kapaklanmayı iyi bildiğinden

-Düşmek değildir de

Bir bulantıyı yaşamak her akşam-


O bulandıkça bastığımız yerler işaretlenirdi

Sağlam bastığımız yerlere tükürülürdü durmadan

Toprak deşerdi içerimizi

Sanki ruhum delinmiş, soğuk sızıyor derdi

Çok mu çabuk delirmiş?

Can verdiği dallar duyardı, ben duyardım

İsterdi

Duyulmak değil de

Anılmak belki bazı yokuşlarda


Nisan gelip kanımıza işledi mi hikayeler birikirdi

Biri çıkarırdı torbasından, başlardı anlatmaya

İnce insanların büyük oyukları olurmuş ruhlarında

Toprağı anlarmış bazıları, çatlaklığı ve susuzluğu

Bazıları yolların dilinden konuşurmuş

Durmayı ve durulmayı

Çatısızlığı iyi bilen çatmazmış kaşlarını


Sözler ay ışığında yükseldikçe rüzgar buruk,

Kimsesizliğini saklamaya çalışan dağınık bir adam olurdu

Yalın ayak koşardı tepelerimize

Anlatılan her hikayenin içinden bir kahraman kurtarmak isterdi

Çürümüş dünyaları yıkmak

Ve yıkılmak geçerdi kalbinden

Ben bilirdim, bir adam bilirdi

Dünyanın en çok neresine ait olduğunu bulmaya çalışan

Bir ağaç gövdesinde soluklanırdı

Böyle solurdu aidiyeti


İnsanlığım tanırdı nisan duvarlarını

Bozulmuş hikayelerin bu dünyadan olmayan kahramanlarını

Misafir ederdi tenha köşelerim

Kim ister mevsim normallerini böyle yüksek sesli duymayı

Yani en ince ayrıntısını dünyanın

Kara taşın üstündeki kara karıncayı anlamak

Delik deşik olurdu içerleri, hassas terazili ruhların


Nisan biterdi

Hikayeler ve kahramanları son yokuşlarını çıkardı

Ayaklarımızın altında dallar üşürdü

Rüzgar oyuklarımızda sızlar

Ve hep aynı sesle eserdi;

‘’Öğrenecek

göğe yükselen efsunlu fasulye, boyun bükmeyi tekrardan.

Güneşe meyilli ay çiçeği öğrenecek yüzünü eğmeyi.’’