Baştan söylüyorum, sanatseverleri acilen ekran başına davet eden bir yapım Ripley. Sadece sanatseverleri de değil insan doğasının karanlık yanlarını merak edenleri de cezbedeceğinden şüphem yok. Bir anti kahramanın benliğinin işleyişine şahit olurken diğer taraftan kendimizi de bir katilin tarafını tutarken bulabilirsiniz. Dikkat!


Dizi Amerikalı yazar Patricia Highsmith’in 1955 tarihli The Talented Mr. Ripley (Becerikli Bay Ripley) romanından uyarlama. Aslında ilk uyarlama bu dizi değil. 1999’ da yönetmenliğini Anthony Minghella, başrol oyunculuğunu Matt Damon’ın yaptığı bir uyarlama var ki başta Jude Law en iyi yardımcı erkek oyuncu olmak üzere birçok akademi ve altın küre ödülü almıştı. Dizinin ise bu sinema uyarlamasının gerisinde kalır bir tarafı olmadığı gibi birkaç artısı olduğu söylenebilir.


Tom Ripley (Andrew Scott) Amerika’da yalnız başına yaşayan basit bir dolandırıcıdır. Genellikle otellerde konaklar ve muhasebe bilgisiyle insanları dolandırarak geçimini sağlar. Bir gün bir sivil polis onu bulur ve kendisine bir iş teklif edildiğini söyler. İşi, tersane işletmecisi zengin bir adamın İtalya’da yaşayan oğlun olan Dickie Greenleaf’i (Johnny Flynn) Amerika’ya dönmeye ikna etmektir. Kolay para peşinde olan Ripley işi seve seve kabul eder ve İtalya’nın yolunu tutar. Tom, Atrani’ye varır ve bir yolunu bulup Dickie ve kız arkadaşı Marge (Dakota Fanning) ile tanışır. Tanışır ve onlara aşık olur. Marge çok güzel ve entelektüel bir kadın Dickie ise başarısız bir ressam ama yakışıklı ve zengin bir sevgilidir. Atrani ise dillere destan güzelliktedir. Tom Dickie’yi Amerika’ya geri götürme işini ikinci plana atıp onların hayatına girer. Bir süre sonra da Dickie’nin yerinde olma ve onun sahip olduğu yaşama sahip olma arzusu kendini patolojik bir tarzda göstermeye başlar. Böylece basit bir muhasebe dolandırıcısının seri katil olma ve suçlarından bir şekilde sıyrılma serüveni başlar. Burada Caravigio detayını da vurgulamak gerekir. Dizinin başlarında Dickie Tom’a Caravigo’nun tehlikelerle dolu hayatından ve ölümünden bahseder. İlerleyen bölümlerde Tom’un hayatıda da bir şekilde Caravigo’nun hayatına benzemeye başlar.  Hatta 4. Bölümde, yaptığı bir tablonun yorumu görüyoruz ve bunun Tom’un hayatına işaret ettiğini onunla beraber biz de şahit oluyoruz.


Kanımca bu dizide ilk vurgulanması gereken husus hemen her sahnesine sirayet eden estetikliktir. Her sahne derken abartmıyorum. Gerçekten de hiçbir görüntü öylesine çekilmemiş. Misal basit bir merdiven veya bir tırabzan çekiminde bile bunu en estetik nasıl çekeriz kaygısını görebiliyoruz. Bir fotoğraf sahnesinde bile her şey en ince detayına kadar düşünülüp öyle çekilmiş. Filmde hiçbir kare, karelerde hiçbir detay öylesine değil. Bazen müthiş İtalya manzaraları bazen eski İtalyan sanatçıların eserleri bazen de dikkatlice kurgulanmış öylesine bir görüntü… Sanatseverlere ilaç gibi gelecek.


Biraz da filmin karanlık dünyasına girelim. Dizide Ripley’in geçmişine dair hiçbir bilgi yok. Onu ilk olarak bir yalnız yaşayan silik şahsiyetli bir dolandırıcı olarak tanıyoruz ama bu nokataya nasıl geldiğini bilmiyoruz. Senaryonun bu yönü kasıtlı olarak bu şekilde işlenmiş. Amaç insan tabiatının kötücül tarafını vurgulamak; arzuların insanı nasıl ele geçirip onu nasıl bir katile dönüştüğünü göstermek olsa gerek. Ripley ilk cinayeti işledikten sonra Dickie’nin anne babasına ve Marge’a yazdığı mektuplarda onun karanlık tarafına dair işaretler görüyoruz. Kendini onlara maktulün ağzından olabildiğince iyi tanıtma çabasında. ‘Tom sandığınız gibi birisi değil, bana çok yardımcı oluyor, o olmasa başaramazdım’ minvalinde cümleler kurarak bir tür onaylanma peşinde. Burada katilin toplumsal onay eksikliğinin psikopatlık olarak dışa vurduğunu anlıyoruz. Kendini iyi tanıtıp onaylanma arzusu devamlılık gösteriyor.


İzleyici bir filmi kimin bakış açısıyla izliyorsa onunla empati kurar, onun tarafındadır, onunla beraberdir. Yönetmen ve senaristler bunu bilir ve kurguyu ona göre inşa eder. Dizide olayları bir dolandırıcı ve bir katilin bakış açısından izliyoruz ve onunla empati kurmanın ikilemini yaşıyoruz. Katilin bir taraftan içine girdiği girift açmazdan bir önce kurtulması isterken diğer taraftan onun bir katil olduğunu hatırlayıp yakalanmasını umuyoruz. Tabi bu ikincisi ancak akışın dışına çıktığımızda fark ettiğimiz bir tür bilinçlilik hali. Filme dahil olduğumuz anda  yine katilin safında buluyoruz kendimizi. İşte bu noktada insanın derinlerinden bir ses ‘benim eylemlerimin ve seçimlerimin temelinde ne tür bir motivasyon var? Sorusu kendini hatırlatıyor.


Biraz da kurgunun kalitesine bakalım. Altıncı bölüm itibari ile senaryonun geldiği durum şu şekilde: Ripley arkadaşı Dickie’i öldürüp onun yerine geçiyor ve onun hayatını yaşamaya başlıyor. Lüks otellerde kalıp İtalya’yı keşfediyor. Polis ise soruşturmayı yaparken kayıp kişinin Ripley olduğunu zannedip Dickie’i sorguluyor ama aslında kayıp kişi Dickie, sorguladıkları kişi ise Ripley. Marge’ı Dickie’nin kafasını dinlemek için inzivaya çekildiğine; polis ve bankaları ise kendisinin Dickie olduğuna ikna ediyor.  Bu tür girift hikayelere daha önce de şahit olduk fakat onları daha çok bulmacayı çözmeye çalışanın ki bu genelde polis veya dedektiftir, gözünden gördük. Burada ilk defa olayları birinci şahsın yaşadıklarına şahit olarak izliyoruz. Hikayenin çözülme değil de kurulma aşamasına şahitlik ediyoruz.  Kurguyu orijinal yapan tam olarak bu işte.