“Kendimi yalnız bırakmamak için bütün gece aynanın karşısında oturdum.”


Aynanın kendime bakan tarafındayım. Dün akşam “tam” olarak ne düşündüğümü hatırlamıyorum. Bugün günlerden hangisi? Aynanın çizgisini aşamıyorum. Yansımamın içine hapsolmuş, gerçeğin hareket ettiği kısımlarına bakıyorum, büyük bir et yığını ve kendi çizgisinden çıkamayan bir insanı görüyorum. Büyük bir boşluğun ucunda gözlerim kendi yüzüme bakıyor. Kendimi beyaz bir ışığın aldatan kısmında, kendine ters düşen bir hareketin esiri olmuş, bana doğru dudaklarını oynatırken yakalıyorum.


“Tüm olanları bildiğini var sayıyorum. Neyse, sonuçta sessiz bir anın içindeyiz. Hem bu karşında gördüğün gerçek sen, bir de böyle düşün.”


“Seni küstah ayna! Görmeye tahammül edebildiğim bir alanın içindesin. Daha fazla üzerime gelme, yoksa gözlerimi çerçevenden ayırırım. Şimdi, izin verirsen geçen gün olanlardan bahsetmek istiyorum."


Yirmi altı yaşındayım ve bulunduğum ülke hükümet tarafından neredeyse yağmalanıyor. Yirmi altı yaşındayım, hala sabahları yüzümü yıkamayı unutuyorum, öğlenleri dişlerimi fırçalamıyorum. Televizyonda Tom ve Jerry çıkınca aklımda hiçbir neden aramadan onu izlemeye koyuluyorum, annemin pişilerini çok seviyorum, kimseyle paylaşmak istemiyorum, yeşilzeytine bayılıyorum. Takım tutmuyorum, yalnız başıma sigara içiyorum, sarışınlardan hoşlanmıyorum. Yirmi altı yaşındayım, doğumum sancılı ve salça ekmek yerken hep üzerime döküyorum. Yirmi altı yaşındayım, babam aslında "nasıl bir baba olunmaz" dersini çocukluğum boyunca bedavaya öğretmiş, daha yeni anlıyorum. Gecelerim yalnız ve sessiz, gündüzlerim ise aralıksız gülümsemek zorunda bırakılmış yüz ifadesiyle dolgun. Tedirgin olacak kadar yalnız hissettiğim zamanlarda bile odamdaki kırmızı kokulu mum yanmaya başlayınca siyah kutunun içindeki döndükçe piyano sesi çıkaran oyuncağımdan her geçen gün daha da fazla hoşlanıyorum. Kadın kokusunu seviyorum, zaman zaman hep uzaktan, öyle sessiz. Sahi, yirmi altı yaşındayım ve hala bir kadının dudaklarından öpmedim: yirmi yedi.


Şimdi geçtim beni, asıl soruya gelelim: bundan böyle birey bu toplumun neresinde nefes alacak? Nefes alabilecek bir yer kalacak mı? Yani birey tüm bu olup bitenin bir gün kendi başına geleceği düşüncesini nasıl olur da akıldan öylece silebilir? Evet, toplum. Olmamış gibi yapmak gerekiyorsa bu kesinlikle yüzde otuzun işi, geriye kalan yüzde yirmi ise tüm kendilerine ters düşen kaos ortamını susturma çabasında. Toplumun geriye kalan kısmının hangi düşüncelere sahiplik ettiğini biliyorsunuz çünkü aylarca televizyon kanallarındaki haberleri izlediniz, sokaklarda hürriyeti için öksürerek bağıran gençleri gördünüz. Hoş, yandaş haber kanalları tüm bu görüntüleri göstermemek için hayvan belgeseli izletse bile elinizdeki akıllı telefondan tüm bu yaşananları gördünüz. Dünyanın lideri bu yüzde oranlarını belirtirken toplumu ortadan ikiye bölmesi gerektiğinin farkındaydı tabii. Çünkü istediği değişimi uygulayabilmesi için bölmek ilk şarttı. Tüm bu biat kurallarını yerine getiren sizler, dünya liderinin önüne milyonluk halılar serdiniz. Bir torba kömür için bastığınız parmak çürümek üzere.

Sonra bir ara, yanımda duran adamın buğulu camın boş kalan kısımlarından umutsuzca gökyüzüne bakışını yakaladım. Tanrı ile arasında görünmez bir ağıt dökülüyordu. Sanki iplerden örme bir halatın ucunda, yüreğinden gelen seslerle kavga halindeydi. Geriye doğru baktığımda arkamdan esen rüzgârın uçurumun dibine doğru süzüldüğünü hissettim. Bir yandan düşmek üzereyken bir yandan da nereye tutunduğumu bilemiyordum.


Uyuyakaldığım otobüsün en arka koltuğundan kalktım ve gözlerimi ovuşturarak duracak butonuna bastım. Benimle birlikte inen kadın adımını kaldırıma attı ve ben ardından inmeye hazırlanırken onun ağır parfüm kokusuna gömüldüm. Sanki o an için yer çekimi çekip gitmiş ve havada asılı kalmıştım. Sonra kaldırıma adımımı atıp soluma doğru döndüğümde kadının çoktan uzaklaşmış olduğunu gördüm. Yüzünü göremediğim için neye benzediğini merak ediyordum. Durağın önündeki caddeye adımımı attım ve kadının yanına yaklaşmak istedim. Yolun yarısına geldiğimde solumdan hızlıca gelip bana vuran arabanın önünde dört takla attım ve şimdi buradayım. Sonrasında ne olduğunu hatırlamıyorum. Bana çarpan arabanın şoföründen şikâyetçi değilim, ben yanlış yerde duruyordum.


Birkaç gün yaşadıklarımın etkisiyle işe gidememiştim. Sonunda tamamen iyileşip giyindiğimde kendimi yine o hayatın rutin basitliğinde, otobüs durağında buldum. Akşam iş çıkışı yine eve yolculuk etmek üzere durağa geldim. Otobüs geldi ve bindim. Yaklaşık on dakika sonra kafamı yasladığım camdan aldım ve camın üzerinde kalan ağzımın suyunu temizledim. Bu esnada arkadaki kadın camı görmüş olmalı ki o yaşlı kadın ses tonuyla iç geçirdi: “Çıçıçıçıçıh…” Karşımda oturan mini etekli bir kız gözlük kabını düşürdü ve eğilip kabı ona geri vereceğim sırada “çıçıçıçıçıh…” sesleri çıkaran kadının yüksek sesle bağırmaya başlamasıyla konuşabilme yeteneğinin olduğunu ilk cümlesinde işittim.


“Öküz herif, ne bakıyorsun kızın bacaklarına doğru, ayıp değil mi?”


Yanındaki orta yaşlı adam; sanırım elimde tuttuğum kitaplardan, yana yapışan saçlarımdan, kulağımdaki küpeden, bileğimdeki dövmeden ve kadından aldığı güçten iyice sinirlendi ve soluğu burnumun dibinde aldı. Sanki günlerdir böyle bir anı bekliyormuşçasına beni sarsaladı ve Allah’ımın olup olmadığını sordu. Konunun ne ara Allah’a geldiğini anlayamadan beni kapıya doğru iteklemeye başladı. Sonunda kızın çığlıkları tüm o bana karşı gelen insanları bir bıçak kesiği gibi susturdu. Toplum olarak ihtiyacımız olan tavır işte tam olarak böyle bir şeydi.


“Ne yapıyorsunuz siz, o sadece yere düşen gözlük kabımı geri veriyordu. Lütfen artık rahatsız etmeyin onu!”


Otobüs, ineceğim durağa yaklaşmak üzereydi. Yavaşça kitabı çantaya koydum ve çantayı sol elime alıp sağ elimle de ineceğim kapıya yürümek için insanlara dokunarak ilerlemeye başladım. Bana “çıçıçıçıçıh” diyen yaşlı kadın boş bıraktığım koltuğa oturdu. Sanki yıllardır tepemde tünemiş ve sonunda beni koltuğumdan etmişti. Otobüs ineceğim durağa geldiğinde artık kapıda ve güvendeydim. Kapı açıldı ve indim. Yokuş aşağı yürürken telefonun kulaklığını taktım ve müzik kaldığı yerden devam etti: “Duman, Yürek.” Apartmana geldim, kapıyı açtım, eve girdim. Sandalye, ceket, kitap, kitaplık, mutfak, bir bardak ıhlamur, oda ve ayna…


Ne kadar çok dikkat ettiğinizi düşünseniz de bir şeyleri kaçırmış olma ihtimaliniz zihninizi meşgul eden doyumsuz birer boşluk gibi sizi içine çekebilir. Bilinçsiz bir şekilde evrenin size ait bölümlerinden geçişinizin ardından Tanrı, geçmişinizin içine askıda kalan mutluluklarınızı bırakır ve sizlerin birtakım şeylere hasret çekmenize neden olur. Tükürülmüş beklentilerinizin içinden doğrulup hayatı yeniden yaşamaya kalktığınız an, ilahi bir gücün nefesi ensenizi terletmeye başlar ve bir başka deyişle, yeniden ve yeniden yenilirsiniz.


Şimdilik bu duygu silsilesine alışmanız gerekecek, gün gelecek ve geriye kalan tüm hayatınız boyunca böyle hissedeceksiniz! Ama korkmayın, üzülmenin faydası yok, dünya liderinin yarattığı muhteşem toplumun bireyleri olarak henüz hayatınızın en kötü gününü yaşamadınız.