Gecenin zifiri karanlığında siyah çarşafla örtülmüş gibi duran köyün, camii minaresinde ışıl ışıl yanan kandil dışında sadece bir ışık parlıyordu. Sarı, öğle güneşini hatırlatan ışığa doğru sineklerin sivrisi akın etmişti. Işığın önünden belli belirsiz bir gölge, panik içinde geçip gidiyor ve bir anda kayboluyordu. 


Gölge Fatimeydi. Fatime bir gölge gibiydi. 


Fatime jandarmaların köyü amansızca sorguya aldığı günün üzerinde iki gün doğumu geçmesine rağmen henüz kendisine gelmiş değildi. Öyle baskı altına alıp soru yağmuruna tutmuşlardı ki, saatlerce ağlamış ve korkusu bir türlü geçmek bilmemişti. Günlerce içinde yanan ateşin sıcaklığı yüreğini körüklemiş, bitmek bilmeyen hislerle yanıp tutuşmuştu. Odanın içinde gece gündüz yürümüş, olmadık işleri düşünerek kendisini tüketmişti. 


Yürüyor “Ya Davud’un başına bir hal geldiyse?” diye söyleniyor, dönüyor “Bir şey mi olmuş ola?” diye düşünerek kendinden geçiyordu. 


Evi Fatimeye öyle dar geliyordu ki, çıkıp hava almayı istiyor çıkınca da köylünün birbirinden farklı bakışlarıyla karşılaşıyordu. Öldürülen Vahit yüzünden canı yanıp sesini çıkaramayanlar “Helal olsun Davud’a” diyor yine aynı kişilerden “İyi oldu, temizledi bizi,” sesleri geliyordu. Nefret dolu bakışların sahipleri ise ya Vahit’in hilelerinden para kazanıp artık işi tökezleyenler ya da hakkını aramaktan tir tir titreyenlerdi. Aciz olanlardı. 


Fatime evden her çıktığında köylünün duygu yüklü bakışlarla karşılaşıyor, utanıyor, sıkılıyor ve hemen evine geçip odada saatlerce birer gölge gibi dönüp duruyordu. 


***


Fatime’nin yaşadıklarının aksine metanetini koruyan Davud, köyün kimsesizi Deli Cebrail’in pis kokan, kapısız, çöplük içindeki evinde kalıyordu. Ev demek için bir kapı, bir pencere olması gerekti ya, Davud henüz rahatını düşünmeye fırsatı kalmamış, başını bir yere sığdırmış olmasının huzurunu yaşıyordu. Öyle ki, Vahit, Fatimeyi düşünmekten ne koku alıyordu ne de bulunduğu damın durulmazlığını düşünüyordu. Aklında Fatime, rüyasında Fatime, yüreğinde Fatime…


İçine sıkıntı çöktüğünde anlıyordu ki, Fatime’nin canını sıkıyorlar. Anlıyordu ki, Fatime kavak ağacı gibi yapayalnız, yağmura muhtaç bir garip çiçek. Anlıyordu ki, Fatime kendisine, sevgisine muhtaç. Hissediyordu. Hissettiğine de inanıyordu. 


Sigarasını büyük bir keyifle sürdüren Deli Cebrail, kendisine bakmakta olan Davud’un farkında değildi. Gözünü usulca Davud’a çevirdiğinde onun düşünceli haline rastladı.


“Davud kardeş düşünüyor,” dedi. Güldü. 

“Davud kardeş üzülüyor.”


Davud istemsizce bu gariban adama güldü. İçinden derin bir acıma duygusu yüreğini delip geçti. Üstü başı dağınık, yırtık kıyafetli, evsiz bi adamdı.


“Ya, öyleyiz işte Cebrail kardeş. İnsan sevdiğini düşünmeden uyuyabilir mi? Sevdiği korkudan ezilip büzülüyorsa, çaresizce seni bekliyorsa üzülmeden durabilir mi?”


Deli Cebrail sigarasını içine öyle çekti ki, Davud’un derdine ortak olduğu o an anlaşıldı. Uzun uzun, yavaşça sinek dolu havaya üfledi.


“Cebrail, Davud kardeşi seviyor,” dedi. 


***


Davud planladığı üzere Deli Cebrail’i Fatime’nin evine gönderip kendisine haber salacak, öyle köye yaklaşacaktı.


Deli Cebrail deli olmasına deliydi ya, yeri geldiği zaman aklı başında olanlardan daha iyi düşünür; en olmadık, akla gelmeyen fikirler ondan çıkardı. 


Çakılla bütünleşmiş sert toprağa bakarak yürüyordu Cebrail. Ağzında acı bi türkü… Emekçi karıncalar bu sese yol veriyor. Arılar koza, kırlangıçlar yuva yapmayı bi’ an olsun bırakıyor. Söylüyor ve tüm köy duyuyor. İş üzerinde olanlar durup dinliyor, kulak verenlere yaşanmamış ama tanıdık bir acıyı yüreğine usulcana konduruyordu. 


Fatime de sesin yaşattığı duyguya ortak olmuştu. Camda yansıyan yüzünde bir hayalin, kavuşmanın beklentisi… Davud’un güzel yüzü görünüyordu. Safi sevgi. 


Fatime izlemeye devam ederken Deli Cebrail’in kendisine gizlice ‘gel’ işareti yaptığını o an fark etti. Hareketi küçük küçük ve hırsla, inatla yapıyordu. 


Dışarı çıktı, yine o hareket. Deli Cebrail eliyle sürekli, belli etmeden kavak ağacını gösteriyordu. Anladı. Geçte olsa anladı. İçeri girdi. Öteberisini, azıcık olan parası hazırladı. Çıkacaktı ya, böyle ansızın olmazdı. Anlaşılırdı. Bir şeyler uydurması gerekti. Su kovasını gördü. Öteberisi girecek kadar büyüktü. Öteberiyi kovanın içine koyup hızlıca dışarı çıktı. 


İçinde delicesine bir korku, yüreğinde anlatılamaz bir heyecan vardı. Bütün damarları kabarmış kalbi hızlıca atmaya başlamıştı. Sevdiğine kavuşacaktı, Davud’a. Kulağından yüreğine akan bir türkü. Cebrail de artık kendinden geçmiş, türkünün ağırlığına kendisini teslim etmişti. Ne Davud ne de Fatime aklındaydı. Türkü yüreğinin tam ortasındaydı. 


Davud uzaktan uzağa kendisine yaklaşanın Fatime olduğunu anında anladı. Kendisi de gitmek için hazırlığını yaptı. Tüfeğinin mermisini, torbasındaki azığı kontrol etti. Her şey uzak, görülmemiş diyarlara yolculuk için hazırdı. 


Fatime yaklaştıkça Davud’un gözünden istemsizce inci tanesi göz yaşları dökülüyordu. Özleminden mi yoksa tam sevdiğine kavuşacakken başına, başlarına gelen ve kavuşmayı geciktiren olaylar silsilesinden mi bilmiyordu. Yaklaşıyordu. Davud’un gözleri göz yaşından görmüyor. Fatime’nin gözleri sulu. Bakarken gözleri yanıyor. Gülüyor da. 


Karşı karşıyaydılar. Önce öylece bekleştiler. Fatime’nin narin eli bi ağzında bi gözlerinde. Kendisi uzun biri özlemin tükenmişliğinde. İlk defa ne kadar yorulduğunu o an, Davud’un karşısındayken anladı. Yığılacak gibi oldu, eli ayağı kesildi. Düşecekken Davud güçlü elleriyle incecik belinden yakaladı. Elleri belinde, ayağa kaldırdı. Tenleri sıcacık, sarıldılar. Öyle sımsıkı sarılmışlardı ki, dışarıdan bakılsa tek bir vücut görülürdü. 


Davud, tüm parlaklığıyla göz kamaştıran güneşi gösteriyordu. 


“Bak hele! Görüyon mu şu güneşi? O güneş en güzel nerde doğarmış bilir misin? En güzel, en parlak, en sıcak nasıl, nerede olurmuş bilir misin?”


“Nerden bileyim! Sen yokluğun akıl mı bıraktı bende,” diyerek Davud’un yüreğini nazla, özlemle yumrukladı. 


“Fatime’m, gülüm, solmaz çiçeğim… Ninem anlattıydı. Rahmetli babam güneşe doğru, Akdeniz’de bir şehre çalışmaya gitmiş de nineme anlatmış. Orada herkes bi mesut yaşarmış. Hani güneş kırmızı oluverir ya, meyveleri de hep güneş rengine çekermiş. Essah diyorum. Ben… Ben diyorum ki, oralara gidelim.”


Davud, Fatimeye Fatime ise kırmızıya dönüşen güneşe bakıyordu. Onun da içi umutla dolu, sıcacık olmuştu. Kollarından sıyrıldı Davud’un. Öteberisini kaldırdı. Ellerini uzattı. 


Güneşe doğru yürüyorlardı. Arkalarında garip ailesi, birbirini yemekten başka bir iş bilmeyen köyü, dileklerin bir türlü gerçekleşmediği yaşlı kavak ağacı… Deli Cebrail’in yanık türküsü… Vahit’in cesedi… Bitmek bilmeyen sorular, sorgular ve yaşanan, yaşanacak korkular…


Hepsi bir bir arkalarında kalmıştı. Çektikleri çileli cefa artık bir anıya dönüşecekti.  


Güneş sıcaklığıyla bir sevdayı davet ediyordu, ışıltısıyla bir sevdaya umut bağlıyordu. 

Söz veriyordu batarken…



Son…