When I Remember This Life:

"sana dokunduğumda duyduğum o sevinç; yoğun mu yoğun,

sızmaya başladı bedenimin her bir zerresine.

çok uzaklarda bile olsam,

hiçbir şey bilmez hale bile gelsem,

bu hayatın yiteceği o an bile gelse,

şimdinin her şeyi, geçmişin her şeyi...

yine buluşacağımıza eminim,

anılarımızdan o yerde."


Çok eski zamanlarda günün birinde, nedense bir türlü çocuk sahibi olamamış fakir ve yaşlı bir adam ağaçları budadığı esnada küçücük bir periye rastlar. Sıradan bambu ağacının içinde olanca güzelliğiyle parıldayan peri, yaşlı adamın yaşlı karısının sıcak ellerinde gerçek bir bebeğe dönüşür. Yaşlı adam bu güzel bebeğin, hayatta çektiği çile ve kederin karşılığı olarak kendisine cennetten gönderilen bir armağan olduğuna inanır ve bambu bebeği içindeki tüm sevgiyle büyütürse geçmiş ve geleceğin kederinden arınabileceği yanılgısına düşer. Henüz bilmediği şey ise çeşit çeşit duygularla sevginin masumiyetinin kirletilerek neşesine gölge düşürülebileceğidir.


Günler günleri kovalar ve kız bebek bir bambu filizi kadar hızlı büyür. Bu sırada yaşlı adam başka bambu ağaçlarının içinden altınlar ve değerli eşyalar bulmaya devam eder. En sonunda öyle zenginleşir ki, parasıyla şehirde büyük bir sarayın inşasını başlatır. Günü geldiğinde karısı ve bambu perisiyle köye bir daha geri dönmemek üzere şehirdeki altın varaklı saraylarına taşınırlar.


Prensesin büyülü güzelliği öyledir ki onu gören dönüp bir daha bakar, zaten teninin yaydığı ışıltıya şaşırmamak imkansızdır. Hatta öyle ki saraydaki ilk günlerinin ardından sıradan bir insan olmadığı, "ormanın ruhu" olduğuna dair söylentiler kulaktan kulağa dolanmaya başlar. Onlar prensesi ormanın ruhu ilan ededursunlar; bu sırada babası, prensesin göklere uzanan bambudan filizlenerek büyüyüp ele avuca sığmayan ruhunu sarayın içine hapseder. Bu prensesin dünyaya ait olmayan değerini bencilce kendisine saklamak istemesindendir. Bu sırada prenses büyür, büyür, büyür ve karakteri de içinden çıktığı bambu misali budandıkça budanır.


Önce bir kadının mutlak surette edepli ve zarif olması gerektiğini öğrenir onlardan; böyle olunca da önce gülüşü elinden alınır, sonra koşması, ve hatta günü gelince zorunda kalmadıkça ayağa kalkması bile ona çok görülür.


Ardından bir kadını değerli kılan yegane şeyin güzelliği olduğu kulağına çalınır. Tek bir tel dahi kalmayana dek yolarlar kaşlarını, sonra da tek tek boyarlar dişlerini. Görenleri baş döndürücü güzelliği ile büyülediği bu günlerde aynaya baktığında kendinde tanıyabildiği tek şey gözlerinden hiç gitmeyen hüzündür.


"Bir prenses bile arada bir terlemeli ya da kahkaha atmalıdır; ya da ağlayabilmeli, çıldırıp bağırabilmeli. Bunları yapamayacaksa asil bir prenses insan değil!"


Günün birinde kendisi adına verilen şölende her yer kendisine bağlılığını sunmak isteyen yabancılarla dolup taşarken o derin bir yalnızlık hissi ile sarsılır. Bu yalnızlığın melankolisi, gözünden dökülen birkaç damla sihirli yaşla maddesel hale büründükten sonra, narin bedeni ansızın göksel varlığa dönüşerek hapsolduğu sarayı terk eder. İçindeki boşluğun kendisini dolduracağı yere götürmesine izin verdiği bu yolculukta kontrolü dışında hareket eden bedeni var oluşunun başladığı bambuda duraklar. Burada boşluğun sızısının biraz da olsa hafiflediğini hissetse de ailesine duyduğu bağlılıkla gecenin sonunda yeniden sarayına döner.


Bu şölenden sonra parası, cesareti ve yakışıklılıkları ile nam salmış beş prens, abartılı sevgi gösterileriyle prensese talip olurlar. Oysa "sevgi" diye betimledikleri, kibirle içlerinden kabaran "sahip olma" hırsından başka bir şey değildir. Her ne kadar prenses hapsolduğu sarayda gerçek sevginin ne olduğunu deneyimleyememiş de olsa, ne "olmadığını" prensler sayesinde öğrenecektir.


Bir gün babasından aldığı zoraki izin ile yüzünü gizleyen kocaman şapkasını takma şartıyla şehri görmeye çıktığında, yolda baharın gelişiyle yeni yeni çiçeklenmeye başlayan bir kiraz ağacına rastlar. Ona hayranlıkla bakakaldığı dakikalarda içi; rüzgarda hafifçe uçuşan çiçeklerin pembelerini, turuncularını ve sarılarını; griye bulanmış ruhuna katabilme arzusuyla dolar. Kimsenin dikkatini çekmeyen bu sıradan ağacın yanından saatlerce ayrılamaz.


Ve sonra ikaz edildiği saatte saraya dönmek üzere at arabasına bindiği sırada yolda gördüğü bir adamın yüzünde, "sevgiyi" kendisine duyumsatan bir çift göz ile karşılaşır, ve bir dudak ve de tanıdık çizgilerle... Birkaç saniyelik göz temasının hızlandırdığı kalp atışlarının ardından, nasıl aklından çıktıklarını bilmediği anılar zihninden bir film şeridi gibi akar, bir bir hatırlar olan biteni: Sihirli bambu ağacının kavuğundan çıktığı o ilk an, ve sonra köyde hızlıca büyüyüp çimlerde koşup güldüğü, dahası bunlar için kimseden izin almak zorunda olmadığı günleri... İşte o günlerde yanında koşup gülen Sutemaru da, zihin penceresinden gözlerinin içine bakmaktadır şimdi.


Karşısında gördüğü adam, büyüyen cüssesine rağmen aynı parlak gözlere sahiptir hala. O gözler kendisine hiç bilmediği büyüleyici aşkın ne olduğunu öğretince, prenses duyguların hiç yoktan bir çiçek gibi filizlenebileceğini anlar. Ve sonra sarayda kendini oyaladığı küçük güzellikler de yavaş yavaş elinden alınırken; hiçbir zaman kavuşamayacağını bildiği rüzgar, güneş ve toprağa duyduğu sevgi, Sutemaru'ya duyduğu özleme dönüşür. Çünkü aşk, sevilen her şeyde ondan bir parça aramak ve bulmaktır.


Prenses bir çırpıda beş talibinin beşini de reddettiğinde şehirde çıkan dedikodular en sonunda imparatorun kulağına da çalınınca, elde edilmesi imkansız olduğu konuşulan bu kadının sahibinin kendisi olduğunu herkese göstermek imparator için bir gurur meselesi haline gelir. Prensese duyduğu bu "ilgiyi" bir ulak aracılığıyla aileye bildirdikten sonra aldığı ret cevabı onu vazgeçirmekten çok hırslandırınca, bir sabah saraya gitmek üzere yola koyulur.


Saraya vardığında prensesi uzaktan sessizce izlemeye koyulur; saçlarını, tenini, dudaklarını ve narin vücudunu izledikçe insan vücuduna sirayet eden bu perinin güzelliğiyle kendinden geçer. Prensese usulca yaklaşarak bu bedenin tek sahibi olmak istercesine vücudunu geniş kollarıyla parçalarcasına kavrar. Prenses imparatorun sevgiden yoksun, şehvetli ve kaba ellerini bedeninde hissettiğinde kendisini bırakması için ona yalvarmaya başlar. Ne var ki o ağladıkça imparator hakkı olarak gördüğü hazza ulaşmak uğruna gücünü biraz daha arttırır. Sonra öyle bir an gelir ki, prensesin her bir zerresi acıyla dolup taşarken gözlerinden akan yaşlarla geçmişte olduğu gibi yine göksel varlığa dönüşerek imparatorun kollarının arasından kayar. Kaçabileceği en uzak yere kadar gitse da en nihayetinde evine dönmek zorunda olduğunu bildiği o gece, gözünü bir kez bile kırpmadan dolunayı izlerken ölmeyi, hatta bu kirli dünyada hiç var olmamış olmayı diler.


"Majesteleri bana sarıldığında, kalbim burada olmak istemiyorum diye haykırdı."


O yaz günden güne içine kapanır e derin bir depresyona girer, her dolunaylı gecede kalbinde büyüyen kederle hüngür hüngür ağlar. Ve yine o gecelerden birinde sihirli ay ışığı ona aslında kim olduğunu fısıldar: Bir ceza olarak mutlu ve sonsuz Ay yaşamından mahrum edilerek Dünya'ya gönderilen, bambu ağacının içinde kaderine terk edilmiş bir peri olduğunu o gece öğrenir. İçinde hiçbir kötülüğü barındırmayan Ay hayatındansa her türlü acımasızlığın olduğu Dünya hayatına mecbur kılınan bir peridir meğerse.


Ve şefkatli ay ışığı o gece prensesi sarıp sarmalar. İmparatorun kolları üzerindeyken çektiği acıyı bildiğini ve de hissettiğini anlatır ona, ve o geceki yakarışlarının Ay'ın taşları bile sarstığını... Ve yine o gece kalbinde belirerek en saf duygularına tercüman olan ölüm dileği sayesinde günahlarının bağışlanarak Ay'ın kapılarının yeniden kendisine açıldığını.


Gariptir ki nice zamandır Dünya'da bir toz tanesi kadar bile olsun yer edinmemek sureti ile yok olmayı dilemesine rağmen Kaguya bu haberi alınca üzüntü ile gözleri buğulanır. Ve işte o zaman anlar Dünya'da onu saran bu bunaltının asıl sebebinin var olmaktan değil de var olmasına rağmen yokmuş gibi davranmaya zorlanmasından olduğunu.


"Benim burada ne işim var? Birine ait olmamak için öfke krizleri geçirip dileklerinizi hiçe sayıyor; kendimi sahte çayırlar ve dağlarla avutuyorum. Şimdi gitmek üzereyken sonunda hatırlayıverdim buraya neden geldiğimi. Mutlu olmaya çalışırken hepsini unutmuştum. Ben hayatı gerçekten yaşamak için doğmuştum, tıpkı kuşlar ve hayvanlar gibi. Ve şimdi buradan gitmek istemiyorum."


Var oluşunu yok oluşa çevirmesine rağmen ona bu dünyada bir ev, yemek ve elinden geldiğince ve kendince sevgi vermeye çalışan babasını suçlamasa da babası dolunaylı gecede ettiği duadan dolayı prensesi bencil olmakla suçlamakta gecikmez. O zaman bile kaybettiğine üzüldüğü şey prensesin kendisi midir yoksa getirdiği bereket midir acaba?


"Belki de sahiden benim mutluluğumu istedin baba. Ama benim için dilediğin mutluluk, sadece taşınması zor bir yüktü."


Dolunayın gelişi ile beraber prensesin Ay'a dönüşüne birkaç gün kala; bu güne dek kendisine Ay tarafından dize dize ilham edilen şarkı, son cümlesini de söyler:

"dön koca zaman dön,

dön de kalbim de dönsün yerine.

kuşlar, böcekler, hayvanlar,

otlar ağaçlar çiçekler...

nasıl hissedeceğimi öğretin bana.

çalınırsa kulağıma beni özlediğin,

dönerim hemen sana."

Son cümle de gelince prenses bu şarkıyı ilk duyduğu zamanı anımsar: Ay'da, kendisi gibi geçmişte Dünya hayatı ile cezalandırılmış bir kadının ağzından dökülen o dizelerle mest olduğu o geceye geri gider. Ezgisinden ve sözlerinden ne çok etkilendiğini anımsar sonra, hatta o denli ki, kendisine bunca gözyaşına sebep olacak olan Dünya hayatı için cezalandırılma umuduyla bile isteye bir suç işlediğini hatırlar.


"Çok eskiden Dünya'dan Ay'a dönen biriyle tanışmıştım. Dönüş yolunda Ay kaftanını giydiğinde buraya ait tüm anılar, keder ve hüzün silinmesine rağmen o bu şarkıyı söylediğinde gözleri dolmuştu. Ve nedense o şarkının büyüsü benim de kalbimi çalmıştı. Ne hissettiğimi şimdi hatırlıyorum, için için neden buraya gelmeyi istediğimi ve bunun için kuralları çiğnediğimi... Ve en önemlisi de neden buraya gönderildiğimi belki. O buraya geri dönmek istiyordu, bundan o kadar eminim ki şimdi."


Dünyadaki son gecesinde yine göksel varlığa dönüşerek köye döner. Köyde Sutemaru'yu bulur ve el ele tutuşarak beraber saatlerce gökyüzünde süzülürler. Elleri ellerinde onun sıcaklığını hissederken, tam hissederek yaşama ihtimalinin nasıl hissettirebileceği anlar. Dönme zamanı geldiğinde Sutemaru'yu sihrini kullanarak derin bir uykuya sokar ve Sutemaru; küçük oğlunun sesiyle çayırların üzerinde uyandığında, olanların gerçek olamayacak kadar güzel bir rüya olduğuna zanneder. Oğlunu kucağına alır, eşinin koluna girer ve diğer herkesin yapacağı gibi Kaguya'dan arta kalan hayatına geri döner.


"Seninle beraber mutlu olabilirdik Sutemaru, burada yaşasaydım mutlu olabilirdim."


Beklenen o gece dolunay tüm ihtişamıyla gökyüzünde belirince bembeyaz bir bulut Ay'dan Dünya'ya doğru usulca yaklaşır. Sarayın balkonunda uyuşmuş halde bekleyen prenses, onca şeyden sonra bile içinde barınmaya devam eden yaşama arzusuna hayret eder. Bulut bir tüy gibi süzülerek yanına indiğinde üzerinden bir ses ona Dünya'nın kirinden uzaklaşmadan önce kendisine geçmişi unutturacak olan "Ay kaftanını" giymesi gerektiğini söyler. Aslında mutsuzluk ve gözyaşı ile dolu da olsa ona Dünya hayatını anımsatacak anılara sıkı sıkı sarılmak istese de, dirençsiz bir halde kaftanı giyer ve sihirli müzik aletlerinden çıkan huzurlu ezgilerle Ay'a yükselir.


"Aslında kirli değil burası, neşe de var keder de. Herkes bu duyguları kendince hissediyor. Kuşlar, çiçekler, böcekler ve duygular var."


Uzayın derinliklerinde Ay'a ulaşmasına çok az kalmışken prenses, başını döndürerek güneşin aydınlattığı denizleriyle parlayan Dünya'ya hayranlıkla bakar. O sırada nasılsa buğulu gözlerinden bir damla yaş süzülür, hem de üzerinde tüm kederi kendisine unutturacağı söylenen Ay kaftanı olmasına rağmen. Çünkü gerçek duyguları hiçbir güç unutturamaz.


Ve bundan sonra Ay'da geçen sonsuz zamanının her bir saniyesinde, Dünya'da geçen sayılı günleri düşünür. Yine yüreğini burkan o şarkıyı söyleyerek Ay'ın bilinmez bir köşesinde özlem ve ümitle Dünya'yı seyretmeye devam eder. Gelmiş ve gelecek tüm insanlara, hayvanlara ve doğaya, ve en önemlisi de küçük kız çocuklarına kendi "var oluşlarını" başarabilecekleri, mutluluk, sevgi ve aşk ile bezenmiş bir hayat diler.


"sana dokunduğumda duyduğum o sevinç; yoğun mu yoğun,

sızmaya başladı bedenimin her bir zerresine.

çok uzaklarda bile olsam,

hiçbir şey bilmez hale bile gelsem,

bu hayatın yiteceği o an bile gelse,

şimdinin her şeyi, geçmişin her şeyi...

yine buluşacağımıza eminim,

anılarımızdan o yerde."