25 Eylül 2019


"Ben, içi öfkeyle dolu, hasta ve çekilmez bir adamım."


Bir yılı aşkın süredir edindiğim ve henüz kimseye söylemediğim bir huyum var. Ne zaman Dostoyevski'nin Yeraltından Notlar kitabını bir yerde görsem kitabı açıp ilk cümlesini okumadan duramıyorum. Farklı yayınlardan basılmış, farklı çevirilerle dile getirilen bu cümle beni her zaman çok düşündürmüştür.


Yazar bunun devamında bir karaciğer hastalığından bahsediyor olsa da ben bu cümlede -nedense- fiziksel sıkıntılardan doğan bir öfke ve çekilmezlikten, bir "hastalıktan" fazlasını buluyorum. Arkadaşımdan aldığım bir başka çevirisine de bakalım:


"Ben mızmız, asabi, hastalık hastası, keçi gibi inatçı biriyim."


Elbette onca basımda karşılaştırdığım şey çeviri kalitesi değil, cümlenin büyüsü. Belki de ilk cümlesi bu olmasaydı ben bu kitabı hiçbir zaman okumayacak, hiçbir zaman yarım bırakmayacak ve hiçbir zaman baştan başlayıp tekrar yarım bırakmayacaktım. Evet, beni ilk cümlesiyle bile bu kadar etkileyen Yeraltından Notlar'ı ben iki kere yarım bıraktım. Peki neden bu kadar etkilendim?


Daha ilk satırdan yükselen yalnızlık ve melankoli kokusu bu cümleden çıkıyor da ondan. Hiçbir parfüm ve polen bu kokunun üstünü kapatamaz, Pan'ın keçi kokusundan bile güçlüdür yalnızlığın kokusu. Dostoyevski'nin mağarasının kokusu, yarattığı ve içinden çıkamadığı yeraltının kokusu burnumun direğini kırıyor. Bende yalnızlığın sözlük anlamı haline gelen bu cümleyi farklı insanların farklı yorumlarıyla okumak, cümlenin kokusunu daha da ağırlaştırıyor. Çünkü hangi çevirmenden okursam okuyayım bu cümledeki duygu yoğunluğu kelimeleri asla terk etmiyor. 


Bir gün bu kitabı yeniden elime alacağımı ve bu sefer sonunu getireceğimi biliyorum. Beni korkutan da bu. Tek cümlede yaraya tuz etkisi yaratan, bir yılı aşkın süre cümle üzerinde düşünmemi sağlayan Dostoyevski'nin, "incecik" bir kitapta üstümde bırakacağı izden korkuyorum.