“Yeşil ipek gömleğinin yakası,

Büyük zamana düşer.

Her şeyin fazlası zararlıdır ya;

Fazla şiirden öldü Edip Cansever.”


Cemal Süreya


Onu içimize düşürdüğü karanfilden tanıyoruz, hepimizin eğilimi var o karanfile. Kurduğu masadan biliyoruz; süt, yumurta, ekmek ve biraz yaşama sevinciyle. Kapalıçarşı’da turistik eşya satan bir dükkanda biliyoruz onu, üst katında şiirler yazıyor. O her yere yetişen, hiçbir yere geç kalmayanlardan. Bir Ahmet Abi’si var dilinden düşürmüyor. Haykırmak istediği küçük zaman dilimlerinde bir mendilin kanamasını sorguluyor. Sıradan ve kimi zaman boynu bükük bilinse de içinden öyle gelmiyor aslında. ‘İnsan yaşadığı yere benzer.’ diyor, böyle açıklıyor. Derbeder görünmüyor ama dikkat çekebilecek kadar özenli de değil.


Edip Cansever’in şiirlerinde yalnızlığı ve hiçliği derinden hissettiğini görüyoruz, iç ve dış çatışmalarına şahit oluyor, kendiyle iletişimsizliğine şaşırıyoruz. Dünyaya gelişinden itibaren insanı tanıma çabasına hayran kalıyoruz. Varoluş mücadelesini ortaya koyarken, bakmanın değil görmenin önemini birbiriyle konuşan kelimelerle, kelimeler bir olduklarında oluşan imgelerle anlatıyor.


Hep bir arayışı, bir kaçışı çağrıştırıyor bize, trajedilerini ustaca kaleme döküyor. Hem acının derin katmanlarında geziniyor, hem de acıyı yüceltme yöntemini bulmuş. Bir insan olarak acı çekerken, bir şair olarak acılarını sanata dönüştürebiliyor. Yere dökülen bir un sessizliğinde, fazla şiirden ölüyor.


“O ben ki

Bir kadında bir çocuk hayaleti mi

Bir çocukta bir kadın hayaleti mi

Yalnızca bir hayalet mi yoksa

Ne peki

Yere dökülen bir un sessizliği mi

Göğe bırakılmış bir balon sessizliği mi

İşini bitirmiş bir org tamircisinin

Tuşlardan birine dokunacakkenki

Dikkati ve tedirginliği mi”


Sena Türkmen