Zihnim iki ayrı kutuba evi sahipliği yapıyor. Birbirlerinin tamamen zıttı iki kişi yer edinmiş zihnimde. Yaşamdaki diyalektikliğin bir temsili mi bu? Ölmek için yaşayışımızı benim beynimde mi göstermek istemiş yaratıcı?
Bense çok uzağım beynime. O kadar sahiplenmişler ki orayı beni de aralarına almıyorlar. Uzaktan bir gözlemci gibi izliyorum zihnimi, içimi. Kendimi ben değil bu iki farklı kutup yönetiyor. Çektiğim her acı her mutluluğa kuzey ve güney olarak nitelendirebileceğim iki kutup karar veriyor. Merak ediyorum herkeste mi böyle bu yoksa milyonda bir rastlanan bir durum bu yüzyılda benim şansıma mı rastgeldi... Yoksa bu iki kutubu ben mi yarattım?
Son ihtimal daha olası geliyor bana. Kendimi kendi elimle bir yeraltına hapsetmiş olmak. Gerçeklerden kaçarak bir mağaraya kapanmak.. Dürüst olmam gerekirse gerçek canımı bu kadar acıtabilir miydi bilmiyorum.
Çabalıyorum çıkmaya çalışıyorum bu yeraltından ancak anahtarı nereye koyduğumu bir türlü hatırlayamıyorum. Ya da bu karanlığa o kadar alışmışım ki gün ışığına çıkmaya cesaret edemiyorum. Taşıyamıyorum kendimi bu duvarların arkasına. Burada olmak istemiyorum ki. Ama nerede olmak istediğimi de bilmiyorum koca bir soru işaretiyim. Eğer kalp gözü açık olan biriyle karşılaşsaydım eminim ki kafamın üstüne geçirlmiş bir soru işareti görürdü bana baktığında. Korku ve ne istediğini bilmemek yeraltını daha çok benimsememe sebep oluyor. Her geçen gün bu soru işaretleriyle mağaramın derinliği de artıyor.Kendimi bitmek bilmeyen bir çaresizliğe sürüklüyorum. En kötüsü de bu farkındalık.Bilinç, her şeyin farkında olmak en kötüsü bu dünyada. Bilmek ama müdahale edememek.
"Acı çekenler ile acı çektirenler aynıdır." diyor Arthur Schopenhauer. Heil Arthur!