Nasıl ki bazen konuşmak zor geliyorsa yazmak da öyle benim için. Dün aile hekimimiz KPSS’yi ne yaptın diye sorduğunda bıraktım dedim. O an bir ağlayasım geldi. Sonra kendime kızdım, madem üzülecektin, ne diye böyle yaptın diye. Bıraktığımı kendim elbette biliyordum ama kendi sesimi duymak canımı acıttı galiba. Ama o an boğazım çok ağrıyordu, onun ağrısı da olabilir. Dün izlediğim dizideki kız, trajedimi komediye çevirmem lazım diyordu. Bu bana tanıdık geldi. Yaşamak için gülmem ve unutmam lazım, yolun karşısına geçmem lazım dedi. Marketin içinde ayağım takılıp da sepetteki eşyalar yere düşünce insanlara gülümseyip elimle selamlamıştım onları. Yeni botumu ilk giydiğim günlerde -benim için devasa bir topuğu vardı bu arada- otobüsten indiğimde dengemi kaybedip düşeceğim zaman son anda kurtulmuştum düşmekten. Yine aynı şeyi yapmıştım o zaman. Elimle çevremdekilere selam verip gülümsemiştim düşmedim diye. Niye bilmiyorum ama böyle yapmak bana daha iyi geliyor. Şimdi ben bu dediklerimi nereye bağlarım bilmiyorum. Ya da bırakalım, özgür kalsınlar. Her şeyin bağlı ve bağımlı olduğu bu zincirleme dünyasında bir iki cümlenin hürriyeti kimin canını sıkar, kimi yerinden eder? Bu cümleyi de Feyyaz Yiğit'i düşünerek yazıyorum. Ne zaman içli bir cümle kurmaya kalksam o aklıma geliyor. Önce gülüyorum ve sonra bütün tebessümlerimi annemin çeyizinden kalan bir bez parçasına sararak o gökkuşağından aşağıya... Şaka yaptım canım. Şimdi gelelim konumuza. Sevgili günlük, lütfen her gün olmasa da beni kendine çağır ve cümlelerimi esir al kendine. Tamam tamam, gidiyorum.