-Bir Şeylerin Olması Çaresizliği-
Dünyadaki en hızlı şey nedir?
Tamam, bu biraz her yere çekilebilecek bir soru oldu. Hadi ortaokul fen ve teknoloji derslerine geri dönelim. İçinde hiçbir deney yapmadığımız ve su akıtmayan bir musluğa sahip okul laboratuvarındaki fen ve teknoloji dersine.
Orada öğrendiğimize göre şimdilik en hızlı şey, ışık. Hemen arkasından bir şimşek-gök gürültüsü örneği. Konu bitti.
Kalp kırılmasının hızı ışık hızından da hızlı olabilir ama şimdilik bunu atlıyorum.
Basit ve sevimsiz bir fen ve teknoloji dersinde bir şeylerin ancak bir şeylerden sonra gerçekleşebildiğini, yetişemeyen ve geç kalan şeylerin olduğunu öğreniyoruz ama bu da o zamanlar için derin bir konu değil.
Aradan yıllar geçiyor. Yine bir öğleden sonra. Perde milim ırganmıyor, yaprak kıpırdamıyor. İki dakikada bir yeni bir beton döküm kamyonu geçiyor sokağından. Bir çocuk tahta bir dalla yerdeki toprağı oradan oraya savuruyor. Onunla oynayabilecek arkadaşlarını tee ötelerden, yurt dışılarından gelmiş yeni komşu çocukları tablet ve telefondan kurtaramıyor.
Elektrik süpürgesinin fişini çıkartma yapan teknedeki bir kürekçi acizliğiyle prize takıyorsun. Makinenin düğmesine basıp belki evrende bazı gezegenlerin ısınmasına ya da en sonunda patlamasına sebep olabilecek eş zamanlı ve ritimli süpürme işine girişiyorsun.
Yere bakıyor, süpürgeyi yerde kaydırıyor, bir sürü şeyi aynı anda düşünürken sadece saniyenin yarısı kadar bir zaman içinde; bir karıncayı parkenin üzerinde görüyor, onu makineye çekmemeliyim diyor, durayım, yanından geçeyim derken çoktan hayvanın üzerinden hızlı bir rüzgârla geçip gidiyorsun. Sonra elin duruyor. Makine çalışmaya devam ediyor.
“Allah kahretsin böyle günü. Başlicam süpürgesine…” deyip makinanın tuşuna tekmeyle vurup soğuk bir şey içmek için mutfağa gidiyorsun.
Az önce neye kızdın?
— Süpürgeye. Eve. Parkenin üzerinde onca gürültüye aldırış etmeyip avare avare dolanan karıncaya, esmeyen rüzgâra, ikide birde geçen overlokçuya, buzdolabına bir türlü tutunamayıp her açılışta yere yuvarlanan magnete, borsaya,
adını bilmediğin ama geleceğinle oynayan inişli çıkışlı kurlara,
küreselce ısınmaya,
incelip duran ozon tabakasına,
balkonuna kuşlar gelmesin diye CD takan emekli huysuz heriflere,
Valinor’dan zamansız ve sebepsizce göçüp giden Elflere…
Sonra buzdolabının önünde bunları düşünürken bir gülme geliyor. “Herhalde deliririm ben bir iki seneye…” deyip gülmeye devam ediyorsun.
Peki, ben aslında az önce neye kızdım hakikaten?
— Gözümün önündeki duran karıncanın göz göre göre toz torbasını boylamasına.
Beynimden dur sinyalini çaksam da onu aynı hızda takip edemeyen sinir sistemime.
Kendi bedenimde ve sistemimde kendime geç kalışıma.
Bir gök gürültüsü oluşuma.
Gözümün önünde bir şeylerin olup bitmesi çaresizliğine kızdım.
Hani insan her şeyi bilerek doğar, evrenin sırrı insanın içinde gizlidir derler ya. Ben az önce ona inandım. 7. sınıf fen ve teknoloji dersinin zıldırzop ünitesinin “Bakınız Şekil 3.1” etkinliğinin deneyi oldum az önce. Işığının peşine düşen gök gürültüsü gibi kafamın içinde yatıp yuvarlanan aklımın peşinden sürüklendiğime inandım.
Aslında az önce bir insan olduğumu, dünyada yaşadığımı, dünyanın da evrenin bir parçası olduğunu, her şeyin fizik yasalarına göre geliştiğini ve kainatın en iyi matematikçisi ya da kahini olsam da bazı şeylerin olup bitmesinde bir gök gürültüsü çaresizliğini yaşayacağımı anladım.
Ben bazen bir gök gürültüsü gibi geç kalanım,
bazen ışık gibi erken koşanım.
Mevlana ne diyordu;
ne olursan ol gel mi?
Işık da olsan gök gürültüsü de olsan
yolunda kal yeter ki?
Çünkü hâlâ bu dünyada yaşarken bazı kanunları aşamayız. Belki zorlarız. Belki aşındırırız. Birazdan gürler diye kulak kabartılıp bekleniriz. Erken gelip korkuturuz, geç kalıp merak ettiririz.
Ve bazen sadece izleriz. Allah kahretsin ki gözlerimiz, aklımız ve ışık kadar hızlıdır. Dilimiz ses kadar aheste takip eder hayatı.
Bazen sadece olacağı bilerek, engellemek isteyerek izleriz olanları. İşte o an bedenimizi saran çaresizlik ve ardından kemiklerimize derin bir uyku gibi çöken suçluluk duygusu bize ait değildir. Bu duygu sadece ortaya çıkma sebebine, yani evrene aittir. Ve bu kadar büyük bir evrenin böyle ağır bir yükünü sırtlanırsak derdi belli olmayan manyak bir yıldız gibi aniden ısınıp sonunda patlayıveririz. Çünkü fizik budur. İnsanın doğası budur. Evrenin yasası budur.
Akıl bilir, göz takip eder, dil anlatmak ister, ses dokunmak ister. Ama hepsinin hızı birbirini takip edecek kadardır. Bir şeylerin olabilme ihtimali için her zaman yetmezler.
Dünyadaki en hızlı şey ışıktır.
Ama kalp kırılması insanda ışık hızından daha hızlıdır.
Az önce neye kızdım?
— Hiçbir şeye…
Kızmadım ki…
Toprağı eşeleyen çocuk bir kelebeğin peşine takılmış. Bir martı, ikinci kattaki emekli Nureddin Bey’in akşam rüzgârında oynaşan CD’leri yüzünden, güneşin üzerinde güzelce battığı Lale Apartmanı’nın batı cephesine toslamış. Mevlana’yı herkes yanlış anlamış. Bir çeşit gizli tarikat gibi dolanan overlokçu bir takım gelişememiş sevgilerimizi de köşelerinden overloklamış. Bazılarımızın umudu kalmamış. Bazılarımızın kalbi kırılmış. Mutlu olan her cümle, biraz devrik ve sakarmış.
Kızmadım.
Ben, buzdolabının önünde dikilmiş, makineye çekilen karınca için üzülen kalbimi limonlu bir sodayla soğutmaya çalışıyorum.
Sadece üzülmek denen şeyin bitmesini bekliyorum.
F. Aybüke Gürsoy
2021-09-17T17:28:38+03:00O zaman ne mutlu bana sevgili Haneke... 🌺
Haneke
2021-09-17T13:44:37+03:00Günlüklerinizi bir öykü gibi okuyorum. Ne güzel anlatıyorsunuz.