her gün aynı vapura biniyorum. 16.30 vapuru. her şeyi unutuyorum da bir bunu unutmuyorum. yavaşça doğruluyorum yatağımdan; tuzsuz ekmeğim, ahududu reçelim, biraz da köşedeki kuruyemişçiden aldığım fındık fıstıkla kahvaltımı yapıyorum. evin tozunu alıyorum, arada bir ne yapacağımı unutuyorum, çamaşırları bir daha, bir daha yıkıyorum, bir daha, bir daha kurutuyorum hiç usanmadan. bir şeyleri bir daha bir daha yapmak kendimden, benliğimden ödün vermemi engelleyecekmiş gibi. her şeyi tekrar tekrar yaptığımda ferahlayacakmışım balkona astığım geceliklerim gibi. derken saate bakıyorum, dörde geliyor oluyor, hangi mevsimde olduğumu unutsam da unutmasam da siyah, düğmeleri zamana yenik düştüğünden evdeki tekeş pekeş düğmeleri önüne iliştirdiğim paltomu giyip çıkıyorum evden. ve yine aynı vapura biniyorum: 16.30. kadıköy'den karaköy'e gider. karaköy'e bir vapurun burnundan bakmak bile canımı alır, geri verir. zihnim bir kez daha tazelenir her gün, doktorum dedi.

"eskiden gittiğiniz yerlerde zaman buldukça ufak gezintilere çıkarsanız zihniniz tazelenir, anılarınız canlanır, unutmanın önüne geçemeyiz belki ama, hatırlamaları arttırırız." dedi. düşündüm, düşündüm. doktorum bana bunu söyleyeli çok yıl geçti. çok yıldır her gün binerim bu vapura. niye bindiğimi unuturum bazen, "aman be kuzucuğum, kim kaybetmiş ki sen bulasın" derim yüzlerce yıllık rahatlığımla. ama her gün bu vapurdayım, şimdi biri çıksa ve sorsa, "nasılsınız seniya hanım, neler yapıyorsunuz?" vapura biniyorum, derim.

sormaz.

kimsecikler hiçbir şey sormaz bana.

unuturum, hatırlarım, uyanırım, hatırlarım, uyurum, unuturum, vapura binerim, vapura binerim, vapurun burnundan karaköy'e gelirim, vapura binerim, dönerim.

budur hayatım benim.

yalnız bazı sabahlar köşede yaşlı bir simitçi olur, benim gibi. tuzsuz ekmek almaya giderken ben, göz göze geliriz bazen, içimden bilirim onu. kıvırtarak yürümeye çalışırım; eskimiş endamımdan, nasıl eskidiğimden haberi olsun diye. sonra neden kıvırttığımı unutur, dikleştiririm kamburluğumu. dönüp bakmam bile, ama asla unutmam neden orada olduğumu, vapura gitmediğime göre, markete gideceğimdir. vapura gitme ya da gitmeme durumuma göre bilirim her şeyi. tüm hayatımı 16.30 vapuruna ayarladığımdan. koskoca ömrümde yalnızca tek bir saatte yaşadığımdan. her şeyimi 16.30 vapuruna sığdırdığımdan. geçmişi de geleceği de oraya tıktığımdan.


galata.


işte, yine göründü. on üçünde gelin olur gibi çekingen, neler olacağının bilincinin esamesi bile okunmayan bir korkuyla, yalnızca geleceksizlik vadeden tavrıyla yaklaşıyor kıyıya. iskendercinin önünden onu gördüğüm andan itibaren hızlandırıyorum adımlarımı, bir bastonum da yok kolumdan alayım hayatım boyunca hiçbir şeyden alamadığım gücü.

yüzlerce yıllık hayatımın bana kattığı tek özel şey olan ücretsiz akbilimi yokluyorum el çantamda; hazır olsun ki fazla zaman kaybetmeden hemen basıp köşeme kıvrılabileyim, kıvrım kıvrım olayım, çocuk olayım, yüzüme tükürüklerini saçan dalgaları anlayayım, kıvrılayım, kıvrılayım, anamın karnına gerisin geri girebilecek olayım. mümkün olsaydı bitirirdim vapur seyahatlerimi, bilmek istemezdim geleceksizliğimi.

akbilimi hazırlıyorum ve düzenli aralıklarla makinelerin başında duran, vapur yanaştığında zincirleyen, vapur hareket edecekken zinciri çözen, günde sayısız kez vapurla iskele arasına rampa yerleştiren, yüz çizgilerinde daima denize düşman bir tavır barındıran ve bana çağrıştığı şeylerle ilgili olarak adının şahin olduğunu tahmin ettiğim adamın önünde dikiliyorum. sıraya girmiyorum, çünkü en önde hep ben oluyorum; şahin'le ben. o benden de önde duruyor, benden daha iyi biliyor vapurları. ama benim işim başka, bunu bilmiyor. aklının bir köşesinde neden her gün oraya gelip her gün 16.30 vapuruna bindiğimi sorgulamadığına eminim. sorgulamamanın baş yapıtı gibi dikilir yalnızca, işini yapar, sonra ne yapar bilmem, merak da etmem, benim işim başka.


galata.


sonunda köşemi kaparım, kıvrılırım, kalkmasını beklerim çocuğum gibi, çocuğumu uykudan uyandırır gibi şefkatle, sabırla beklerim. kalksın da götürsün beni, kalksın da alsın benden beni, kalksın da hatırlayayım, kalksın da göreyim burnundan geçmişimi.

kalkar.

gelişi gibi kalkmaz, öfkeli, ne yaptığını bilen bir tavırla kalkar. 13 yaşında gelin olan çocuk otuzuna gelmiş de saçlarını savura savura kılıçlarını biliyormuş gibi kalkar. işte o zaman beni bir ağlamak tutar, kıskıvrak yakalanırım geçmişime. her gün, yalan söylüyorsam bir daha vapur burnu görmeyeyim ki her gün, 16.35'te çocuk olup ağlarım, belki bir tek ağlayacağımı hatırlarım da çocuk gibi kıvrılarak otururum her seferinde ahşap banka.

sonra kuşlar geçer; yalılar, su depoları, iskeleler, dükkanlar, restoranlar, kışlalar; paslanmış, eksilmeyi kanıtlayan durağan, dev gemiler geçer. fenerler, orada bulunma sebebi muallak tekneler, tanrıtanımazları bile ihtişamına davet eden camiler, sahilbent, turyol...


galata.


orman hiç geçmez bu istikametten, varoluş bizi sömürmek ister gibi, ormanları hiç aldırmaz kadrajımıza. yalnız tek tük, koloniler halinde biraz ağaç. ama asla orman değil.


galata.


ellerim titrer havalar soğumaya başladıysa, ama günün öyle bir anına denk gelir ki 16.30, titresem de ölsem de değer. gökkuşağı görünür herkeslerin alelade sandığı zamanlarda, öteki ucu üsküdar sahilinde. nasıl kıpır kıpır olur ayak parmaklarım, ellerimi ovuştururum, terler avuçlarım. 22 yaşında görmüştüm ilk gökkuşağımı. hayata geciktiğimi sandığım yıllarda, gecikmeyi önemsediğim, kalmayı umursadığım, gitmeyi bilmediğim yıllarda. sonra ne olduysa oldu, yıllar gecikti bana, heyecanım azaldı yavaş yavaş, zaman yalpaladı, bir dünya gitti öteki dünya geldi çarptı suratıma şamarı. ne oldu bilmiyorum, ne bir ses ne bir nefes anımsıyorum. beni anımsayanların varlığındansa çoktan geçtim, varlar mı yoklar mı, varlarsa neredeler, yoklarsa neden yoklar, ne oldu, ne oldu da böyle yalnızım, ne oldu da saçlarımı yoluyorum pencere kenarlarında canımın sıkıntısından? canım boğuluyor, canım kaynıyor, köpürüyor, anımsayamadığım bir anıyı canlandırıp canlandırıp düğüm oluyor boğazım. neden diye sormayı da bıraktım artık, yalnız 16.30 vapuru paklıyor tutmayan, tutunamayan dizlerimi. şimdilerde dizlerim, hatırlayamadığım bir anıdan kalma zaman dilimi.



***


bugünkü yolcuğum da bitti, şükür. karaköy'den her dönüşümde bir rahatlık, derinlerimde yaşadığım, o tanıdık huzur karşılıyor beni. eve yürütüyor, kestane şekeri aldırıyor, simitçinin önünden geçiriyor kırıta kırıta, kapımı açıyor, beni karşılıyor, içeri buyur ediyor, bol köpüklü menengiç yaptırıyor, keyfim yerinde. döner dönmez ertesi yolculuğun hayalini kuruyorum, heyecanlanıyorum, avuç içlerime kına yakmış babaannem.


bütün gece, sırası bozulan kitapların düzenini onarmak, çamaşır yıkamak, halıları düzeltmek, tabloları yamultmak, resimlere bakmak, bakmak, bakmakla geçiyor. ne yaptığımı unuttuğumda tekrar yapıyorum. zaman benden bir garanticiliğimi almadı. zaman benden bir tek düzenimi almadı. çamaşırlarımı, kitaplarımı, şiirlerimi almadı. canımı aldı da rutinleri bıraktı bir. zaman beni delirtmek istiyor, delireyim de rahat etsin istiyor, her gün her saat aynı şeyi yapayım da, bu aynılığın içinde çürüyeyim, çürüyeyim istiyor. zaman, peşinden koşturacak kadar dikkate almıyor eskisi gibi beni, biliyorum. 16.30 vapurunda yalnız. yalnız o zaman beliriyor karşımda; silik, pespaye, yorgun bir duruşu oluyor. 16.30 vapuru hariç her şeyi unutuyorum gün geçtikçe, her şeyi. kendime yabancı, yüzyıllardır sigaramı tüttürdüğüm sehpaya yabancı; mutfak musluğumun üstündeki küçük, kuş konmaz pencere, geceleri uyku tutmadığında dikilip içlerine girdiğim sarı apartmanlar yabancı.


benliksiz, bilinçsiz, otomatik, gittikçe kararan bir beden.


gittikçe kendini yutan, doymayan, sinsi, şeytani bir bellek.


zaman; beni umursamayan, vakti gelince son isteğimi sormaya bile gerek duymayacak cellat.


ruh; eskimiş, eprimiş, günün yalnız bir saatinde uğrayan, durmadan kendini yağmalayan.


geçmiş, bir onu tanımlayamıyorum.



***


gariptir ki ellerim hiç titremiyor. sanki damarlarım büzüşmemiş, kanım pıhtılaşmamış, eklemlerim yumuşamamış gibi. ellerimin titremeyişi bana daha çok şey tutma özgürlüğü vadediyor. kitapları, içlerinde beni bir zamanlar yaşama ikna etmiş canlılık belirtili çerçeveleri, yanlış numarayı çevirdiğimde hızla çarptığım ahizeyi, inatla renklilerle siyahları beyazları bir arada yıkadığım çamaşırlarımı: onları da benimle birlikte solmuş görmek hoşuma gidiyor. mavi pazen geceliğim, en az yirmi yıllık, uçlarından fırfırlar damlıyor. bir bilseniz siyahlarla yıkaya yıkaya dönüştüğü rengi, bir bilseniz... yüzüne bakılmaz, endamından her şeyi kaybetti, soluk, mağrur, kasvetli bir eşyaya dönüşüverdi. daha çok yakışıyor sarkıklığıma.


şarkılar söylüyorum, şarkılardaki yaşı çoktan geçtiğimi fark ettiğimde daha bağırıyorum. avazım alıp başını gidiyor, duvarlarıma çarpıyor, pazen geceliğime çarpıyor, kursağıma geri geliyor. altın tasta gül kuruttum aman ali'm diye bir yakarışım var, acıdan imanı gevrer kulak kesilenin.

bazı şarkılarsa çok sessiz söylenmelidir, öyle söylüyorum:


moi je m'appelle mademoiselle Noir

et comme vous pouvez le voir

je ne souris, ni ris, ni vis

et c'est tout ce qu'elle a dit

...

...

...




***


rüyalarım hep aynı. ne fazla ne eksik. her gece. yüzlerce yıllık tecrübemi dağlıyor. uyandığımın ilk birkaç dakikasında anımsıyorum yalnız. ufak bir ürperti, ellerim yalnız o zaman titriyor, yalnız o zaman tutamıyorum hiçbir şeyi. unuttuğumda normale dönüyor. unutmak bana ayak uyduruyor. unutmak ölmeme mani oluyor. zihnimin her şeyi müthiş bir hızla karartıyor olması iyi mi kötü mü idrak edemiyorum böylece.




***


vakit geldi. hiç şaşmayan hazırlıklarımı yaptım ve attım kendimi üst kısmı buzlu camdan, parlak kahverengi kapımdan. tam vapur havası derler ya, işte bana en çok yakışan cümle budur her gün: tam vapur havası. benim birbirini bıkıp usanmadan, omuz silkmeden, oflamadan takip eden, elden ayaktan düşmüş günlerimin hepsi bu cümleden ibarettir: tam vapur havası.

ayaklarımı yere hafifçe sürttüm, kamburluğumu dikleştirdim; tüm şeritlerini ezbere biliyordum bu yolun. bahçedeki demir kapıyı hiç dönmeyecekmişim fevriliğiyle kapatırken tınısının aşina geldiği bir ses böldü yolculuğumu.


"yine nereye böyle seniya teyze?"

"vapura gidiyorum kuzum, malum. hemen kalkıverir de, beklemezler."

"var mı bir ihtiyacın, canın bir şey çekiyor mu teyzem, yapayım akşam getireyim sana?"

"sağ ol yavrum benim, dönerken alırım ben, yorma kendini."


kimsenin duyamayacağı, duysa da cevap veremeyeceği, uzaklara dalacağı, önüne bakacağı, durgunlaşacağı, söneceği bir şey yuvarladı ağzında, durdurdu zamanı:


"ah be teyzem, kardeşin kendini galata'dan aşağı bırakalı otuz sene oldu, nereye gidiyorsun?"