Geçmişten gelen ve kulaktan kulağa fısıldanan kadim masallar, destanlar ve efsanelere göre, ilk insanların yaşadığı çok eski çağlarda, karanlık onu ele geçirinceye kadar, Küre, su gibi şeffaf ve saf bir gezegendi. Yapısından dolayı ışığı kırması, gökkuşağı gibi rengarenk görünmesine sebep olurdu. Küre'de hiç gece olmaz, insanlar karanlığı tanımazlardı.

İnsanların “Küre Kıyameti” olarak adlandırdığı o gün geldiğinde, gece tüm Küre'yi ele geçirmek üzereydi. Küre şeffaflığını geri dönülemez bir şekilde yitirdiğinde, çoktan binlerce insan ölmüştü. Yıllar süren büyük savaş, patlak veren büyük bir katliamla, Derin'in tam ortasında gerçekleşen büyük bir patlama sonrası Küre'nin ikiye bölünmesi ile sonuçlanmıştı. Birbirinden ayrılamaz şekilde bir bütünü oluşturan karanlık ve aydınlık iki yarım küre.

Patlama sonrası oluşan büyük çukura Derin, etrafında yüksekçe kalan kayalıklara ise Dora denmesinin sebebi budur diye anlatırdı Hera. Ve şöyle devam ederdi hikayesine;

"Orada gerçekten ne yaşandığını kimse bilemez ama o günden sonra Küre bir daha hiç şeffaflığını geri kazanamamış çünkü suyu bir kere bulandırırsan bir daha temizleyemezsin Ulya.

Artık Küre siyah ve beyaz olmak üzere iki yarım küreden oluşan bir gezegendir. Bu savaşı verenler Beyaz'ın kurucularıdır.

Derin Beyaz Yarım Küre'nin tam ortasında yer alır ve kurucular etrafı Dora ile kaplı Derin'de yaşarlar. Onlara Kurucu denmesinin sebebi Mavi, Yeşil, Sarı ve Kırmızı olmak üzere Beyaz Yarım Küre'de yer alan dört kenti kurmuş olmalarıdır. Yaşları, sayıları ve ne oldukları bilinmez ama sıradan insan olmadıkları kesindir. İlk insanların Küre'yi karanlıktan korumak için kara büyü kullanarak bu özel yetenekli insanları yarattıkları rivayet edilir. Bu sebepledir ki bu insanlara kulağa özel bir hediye bahşedilmiş gibi gelse de, onlar lanetlidirler. Normal insanlar gibi aile kuramaz, çocuk sahibi olamazlar. Bu kişilerin birlikteliğinden doğacak çocuk bir canavardır derler, kontrol edilemez bir güce sahip olur ve yok edilmesi gerekir. Yoksa karanlık Küre'nin tamamını ele geçirecektir."

Küre'nin geçmişinden gelen bu hikâyeyi her dinlediğinde canavar kısmına takılırdı Ulya. Hikâyede geçen canavar kendisiydi. Normal olmadığının farkındaydı evet ama canavar olmak? Bu düşünce içindeki karanlığın genişlemesine sebep oluyordu.

Her kenti yöneten ve Derin ile kentler arasında iletişim bağı kuran bir sahip vardı. Kırmızı hariç her kent birbiri ile alışveriş içerisinde

birbirlerinin çıkarlarını gözetir, iyi geçinirlerdi. Beyaz Yarım Küre'nin en korkunç savaşçılarının kurduğu Kırmızı Kent ile ilgili ise

sadece korkunç rivayetler duyulurdu, kimseyle bağları yoktu ve cümle içinde kırmızı kelimesinin geçmesi bile insanlara korku salmaya yeterdi. Sarı Kent'in sahibi yaşlı ve bilge bir kadın, Yeşil Kent'in sahibi orta yaşlarda şifacı bir adam, Mavi Kent'in sahibi ise Ayaz'dı. Ulya yaşını bilmiyor ama oldukça genç olduğunu tahmin ediyordu, şu anda 25-30 yaşlarında olmalıydı. Kurucular gibi kara büyü ile yaratılmamış olsalar da sahiplerinde özel kişiler olduğu herkesçe bilinirdi. Ancak Ayaz'da daha farklı bir şeyler hissediyordu Ulya. Daha güçlü, daha keskin, ağır bir his. Kırmızı Kent'in sahibi dışında tüm kentlerin sahipleriyle tanıştırılmıştı ve bu hissi 16 yaşında Ayaz'la ilk ve son karşılaştığı gün edinmişti.

Sahipler Ulya'nın varlığından haberdar olan nadir insanlardı, Ulya'ya ne yardım eder ne de onu yok etme girişiminde bulunabilirlerdi. Böyle emir almışlardı ve bu emre karşı gelmeye cüret edebilen tek kişi Ayaz olmuştu bugüne kadar. Ulya her saklandığında onun yerini tekrar bulmuş, ona ısrarla ulaşmaya çalışmıştı. Bir kentin sahibini öldürmek kaçınılmaz sonuçlar doğuracağı için kızlar birçok kez tekrar kaçıp yer değiştirmek zorunda kalmışlardı. Ne var ki bu ısrarcı tavrı anlamsızdı çünkü Ulya biliyordu, kendisini öldürmek için gelmiyordu Ayaz.

"O zaman neden? Kim kuruculara karşı gelmeye cesaret edebilir?" İşte bu sorular ve muhtemel cevapları hiç güven vermiyordu Ulya'ya.

~

Mohini: Aşık diyorum bu çocuk sana. Tanıştığımız günden beri peşimizde, üstelik zarar vermeye çalışmadığı da aşikâr sadece kovalıyor işte. Bir kere kaçmayıp dinlesek ya? Üstelik Bay Tatlıses ile daha yeni kaynaşabildim, onu terk etmek istemiyorum.

Pera: Odandaki cırcır böceğine Bay Tatlıses demeyi keser misin Mohini? O lanet böcek sinirimi çok bozuyor ama Mohini haklı olabilir Ulya. Üstelik sürekli bir şeylerden kaçmaktan çok yorulduk en azından ne istediğini dinleyelim derim.

Anka: Hepsini öldürelim derim.

Hera Anka'ya doğru göz devirdikten hemen sonra Ulya'ya döndü; "Ne diyorsun Ulya? Ne istediğini öğrenebiliriz belki, ya da sadece bir daha peşimizden gelmemesi için onu ikna edebiliriz, kendi yöntemlerimizle"

Ulya da kızlar gibi merak ediyordu ama o kendini beğenmiş piç kurusuna hiç güvenmiyor, gizlediği bir şeyler olduğuna inanıyordu.

Ayaz yalnız değildi, yanında neredeyse bir orduyla geliyordu. Yürüyerek değil, atlar, dağ aslanları ve sihirle. Hissediyordu.

Kaçmaktan o da çok yorulmuştu ve çocuktan hiç korkmuyordu açıkçası. Tek korkusu kızların başına bir şey gelebilecek olması düşüncesiydi. Bir an önce karar vermeliydi zira artık yaklaşanların nefes alışverişlerini bile hissediyordu.

—Pekâlâ! Ağaçlara tırmanın. Kalıyoruz. Bir şey olursa size işaret vereceğim siz de o sırada etrafındakileri araştırın. Burada, onunla tek başıma konuşmak ve benden ne istediğini öğrenmek istiyorum. 6 dakika içerisinde buradalar. Acele edin.

Ulya'nın kesin emrini duyan kızların suratları ekşimişti. Burada onun yanında kalmak istiyorlardı ama cümle açık ve netti.

Hera: Ulya'yı duydunuz ördekler. Acele edin!

—Hera sen de gitsen iyi olur. Nasıl olsa yakınımdayken bana bir şey yapamaz biliyorsun. Ama senin için endişelenirsem dikkatim dağılabilir.

—Buradayım.

Ulya'nın sözüne karşı gelebilen tek kişi Hera'ydı. Çünkü diğer kızların hepsi büyü ile Ulya'ya bağlı iken Hera kendi iradesiyle Ulya'nın yanındaydı, ondan büyüktü ve istediği zaman ona karşı koyabilecek güçteydi.

Ulya: İyi. Ölürsen seni öldüreceğimi aklından çıkarma.

Kızlar bir bir odayı terk etmiş, saniyeler içinde yuvanın önündeki devasa büyüklükteki ağaçlara tırmanmışlardı bile. Ulya pencereden

onların kayboluşunu izliyor, Hera ise bardaklara çay dolduruyordu.

Sanki birazdan uzaktan gelen akrabalarını karşılayacaklarmış gibi bir sakinlik vardı yüzlerinde. Ulya korkmuyordu ve Hera biliyordu, Ayaz bu kapıdan içeri girdiğinde, onun yapabileceği her şeyi Ulya da yapabilir, bir sonraki hareketini daha kendisi bile bilmiyorken Ulya bilebilirdi. Pera bu olaya "Beyin Kopyalama" diyordu. Tahmini kopyalama mesafesi duygu durumuna göre değişkenlik gösteriyordu. Ulya yakınında olan her canlıyı hissedebiliyor ve yapabileceklerini kopyalayabiliyordu tabii yakınında kaldıkları sürece. Kopyalamanın derinliği karşısındaki canlının karmaşıklığına göre değişiyor öyle ki bazen sadece fiziksel gücü kopyalarken bazen karşısındakinin bakış açısına bile sahip olabiliyordu. En kolay kopyalama çocuklarda, en zoru ise hayvanlarda oluyordu.

Hera biliyordu, Ulya bundan çok daha fazlasıydı aslında ama henüz kendisini keşfetmesini sağlayacak fırsatlar karşısına çıkmamıştı. Gözlerini kapatıp umarım o fırsatlar karşısına hiç çıkmaz diye dua etti. Çünkü sadece büyük felaketler büyük fırsatlar doğururdu biliyordu.

Kapı gürültülü bir biçimde açıldığında, Ulya kapının tam karşısındaki koyu yeşil tekli koltukta oturuyordu. Görüntüsü eski masallardan fırlamış ilahi bir varlık hissi yaratıyordu. Zarif, dantel

işlemeli elbisesinin etekleri koltuğa yayılmış, kollarını kucağında birleştirmiş, beyaz saçları düzgünce taranmış, büyük dalgalar halinde

beline doğru iniyordu. Elbisesinin kare kesim açık yakasından, kendini bildiği günden beri boynundan hiç çıkarmadığı elmas kolyesi parlıyordu. Kapının gürültüsüne ve sonrasında karşısında apaçık dikilen bu siyah saçlı, cam göbeği renkli gözlere sahip olan adama verdiği tek tepki çenesini hafifçe geriye itip "hoş geldin" demek oldu.

—Evimde ne işin var, Ayaz?"

Adam gördüğü manzara karşısında şaşkınlığını gizleyemedi.

Olduğu yerde bir süre öylece dikilip, kaşlarını havaya kaldırdı. Karşısındaki kesinlikle seneler önce tanıştırıldığı o garip beyaz saçlı kızdı ve kesinlikle o kızdan farklıydı.

Hera boğazını temizleyerek "Merhaba Ayaz, Ulya'nın sorusuna cevap vermeni ve sonra buradan bir daha gelmemek üzere gitmeni bekliyoruz, zira hava bozuk ve buralar tekinsiz yerler. Buralarda çok fazla oyalanmamalısın."

Ayaz, Hera'nın konuşması ile şaşkın ifadesini toparladı ve küçük sevimsiz bir kahkaha attı.

—Siz kızlar tıpkı son karşılaşmamızdaki gibi hala çok sevecen ve misafirperversiniz.

Son karşılaşmalarında Hera, Ayaz'ın adamlarının birkaç tanesinin kafasını kopardığını hatırlıyordu. Ulya ise ortalığı cehenneme çevirmişti. Onlara zarar vermek istemediklerini belirten bir haber yollamış olsalar bile, yabancılara güvenmezlerdi.

Bu sefer bir karşılama dansı yoktu. Ulya'da onunla yüz yüze görüşmek, ne diyeceğini dinlemek istiyordu. Ayaz etrafın sakinliğini görünce bunun tek şansı olduğunu anlayacak kadar zeki biriydi ve bu yüzden adamlarını dinlemeyip yalnız girmişti eve.

Kapıyı arkasından itekleyip gevşek bir şekilde odanın ortasına yürüdü ve Ulya'nın hemen bitişiğindeki koltuğa kendini bıraktı. Ellerini ensesinde birleştirip, iyice geriye doğru yaslandı ve gözlerini Ulya'ya dikti. Tavırlarında ukalalık ve kendini beğenmişlik vardı.

—Bana çay ikram etmeyecek misin, tatlım?

—Hemen söyleyeceğini söyleyip gitmezsen sana çay yerine kendi kanını içireceğim, tatlım.

Ulya'nın mimiklerinde hiçbir sinirlenme ibaresi yoktu ancak göz bebeklerine baktığınızda, alev aldığını görebilirdiniz. Göz rengi duygu durumuna göre değişkenlik gösterir, duygularını yansıtırdı.

Ayaz ciddileşti ve dirseklerini dizine yaslayıp yüzünü Ulya'nın yüzüne yaklaştırdı. Ürkütücü derecede canlı mavi gözlerini Ulya'nın gözlerine dikti. Gevşek surat ifadesi yerini ciddiyete bırakmıştı ama ukala tavrı hala yerini koruyordu.

—Benimle gel. Seninle tanıştırıldığım ilk günden beri seni arıyorum. Benden kaçmanın anlamı yok çünkü sana zarar vermek gibi bir amacım olmadığını biliyorsun. Burası sana uygun değil, benimle gel ve Mavi'de yaşa. Seni herkesten gizleyeceğim ve sana zarar vermelerine asla izin

vermeyeceğim. Kaçmadan rahat bir hayat yaşayacaksın. Söz veriyorum Ulya.

—Neden? Neden benim için kendini tehlikeye atıp bunu yapacaksın?

Ayaz'ın sözlerini kelimelerine ve hatta hecelerine ayırıp ayrı ayrı inceleseniz bile, kötü bir şey bulamazdınız. Ama yine de huzursuz hissediyordu Ulya, söylemediği başka şeyler olduğunu hissediyordu. Konuştuğu kişi yardıma feci derecede muhtaçmış ve o da lütfediyormuş gibi bir tavır takınmıştı. Konuştuğu kişinin yardımına muhtaç olmadığını ise adı gibi biliyordu. Ulya hakkında Ulya'dan daha fazla şey biliyordu aslında.

—Çünkü senin Dora'da, asla ait olmadığın bu yerde, kovulmuşlarla birlikte yaşamaman gerektiğini biliyorum. Benimle gelmelisin Ulya. Bana güvenmediğini biliyorum çünkü beni tanımıyorsun. Ama tanıdığında yanımda kalmak isteyeceğini biliyorum ve yine de benimle olmak istemezsen, çekip gidebilirsin öyle değil mi? Haftaya aynı gün aynı saatte, seni almaya geleceğim beyaz tanrıça.

Cümlesinin sonuna doğru yüzünü iyice Ulya'nın yüzüne yaklaştırdı, son iki kelimeyi Ulya'nın kulağına doğru sadece ikisinin duyabileceği şekilde fısıldadı ve ardından hızlıca ayağa kalkıp çekip gitti.

Gerçekten gidiyorlardı. Hava ısınmaya başlamıştı bile.