Gökyüzünün rengi çok güzel ve kemiklerim sızlıyor. Çamurlu bir yağmurdan sonra çiçekleri dökülmüş badem ağacı gibi hissediyorum. Hava soğuk mu emin değilim ama üşüyorum. Çok üzgünüm. Üzgün haldeyim. Mutsuzluk, memnuniyetsizlik gibi değil. Hırçın mısın, durgun musun hiç belli değil. Geceleri uykudan uyandıracak ölçüde kalbin kırık ve elin kolun bağlı bir üzgünlük. Tutunduğu tek daldan ve tutunamamış, yalnızca uzaktan görüp görmeye alışkın olduğu tüm dallardan, kısacası o çoğunlukla yararsız yine de kendi bilindik ağacından çok... Çok uzaklarda olmak gibi.

Beni düşünmeyişlerin de değil beni hiç mi düşünmüyorsun diye soruşlarımda eziliyorum. Nedenlerle ilgilenmemek bir hayli zor. Gözlerimin altı ıslak sıcak ve kızarık. Biraz üstü şiş ve içi sızlıyor. İşte tüm bunlar retinama yansımayan görüntünden ötürü.

Özlüyorum. 

Bir bıçak kadar keskin.

Özlüyorum.

Duyduğum cümlelerden özenle ayırıyorum has kelimelerini. İzlediğim, okuduğum ne varsa ustalıkla seçiyorum canımı en çok yakan detaylarını. O en ince, en tiz noktalardaki aynılıklar... Önceden içimi ısıtırdı, şimdi biraz da acıtıyor. Tüm bu acıya değecek kadar güzel. Acısı da çok asil, kendine özgü.


Bunu anlatmalıyım diye not aldığım şeylerin listesi kadar dramatik. Hüzne dalmış ta en içindeyim. Neden uyanıyorum ki her sabah? Canım acıyor, olanlar ve olmayanların hepsi kanıma dokunuyor. Bu şehir ya da diğer şehirler, geçtiğimiz sokaklar ya da geçmediğimiz sokaklar. Konuştuğumuz kitaplar, konuşmadıklarımız... Birlikte izleriz diye kararlaştırdığımız filmler...

Fikirleri... Her yerde.

Göremeyişimden çok habersiz kalışım canımı sıkıyor. Çok önemli çünkü. Ayağına taş değmesinden sakındığım, bir yerlerde yalnız. Belki mutsuz. Belki kaygılı. Bense her şeyden bihaberim. Bu uzaklık, bu belirsizlik...

dudaklarım uyuşuyor.

Ellerim titriyor.

Zor günler. Hayli zor günler.