Ertesi gün saat 5.45'te uyandık. Sabah içtiması alındı. Kahvaltıya gittik. Yaptığımız her şey emirle ve toplucaydı. Hayatımda ilk kez kendimi koyun gibi hissettim. Tuvalete bile emirle gitme efsanesi doğruymuş.


Ersun Kışlası gerçekten ama gerçekten pis bir yerdi. Hayatımda kullandığım en pis tuvaletti. Duş sıkıntısı vardı. Acemilik boyunca sadece iki kere duş alabildik. Kışladaki köpekler ise başlı başına bir problemdi. Walking Dead'in köpek versiyonu bu kışlada yaşanıyordu. Hayvanların hepsi uyuz hastalığına yakalanmış, tüyleri dökülmüş ve vücutları yara bere içindeydi. Sayıları da çok fazlaydı. İster istemez her yemek sonrası kamuflajının bir yerine değiyorlardı. Daha sonraları kışlalarda uyuz olan er ve rütbeli sayısı oldukça arttı. Revire gitmeye korkar olmuştuk.


İkinci gün belli başlı kuralları öğrenmekle ve yavaş yavaş kaynaşmakla geçti. Hala kamuflaj almamıştık. Valizler yatağımızın başında duruyordu. Koğuşta giyinip soyunuyorduk. Bir büyük valiz ve sırt çantasıyla gitmiştim. Epey büyük bir hazırlık yapmıştım. Krampon çantasıyla gelen gördüm. Bir çift kramponun sığacağı çantayla askere gelmişti adam. Benim kadar da onun kadar da abartmaya gerek yokmuş. Her şeyini devlet karşılasa da mecburen ekstra eşya alman gerekiyor.


Üçüncü gün kamuflajımızı ve gerekli bütün eşyalarımızı aldık. Dolaplar da temin edildi. Hepimiz bir dolaba yerleştik.


Acemi birliğinde 6 kişi yakın arkadaş olmuştuk. Gündüz (Rize), Mustafa (Kastamonu), Caner (İzmit), Abdullah (İzmit), Arif (Aydın). Acemi birliğimiz bitene kadar birlikte takıldık. Koğuşumuzdaki 30 kişinin de temiz çocuklar olduğunu söyleyebilirim.


İzmit'te okuduğum ve yıllarımı geçirdiğim için askerde de İzmitli görünce öz kardeşimi görmüş gibi seviniyordum. Bu gerçekten çok ilginç bir motivasyon. İlk gün bizi gören usta askerlerin hepsi bağırışıyorlardı: ''Manisalı var mı manisalı?'' ya da ''Samsunlu var mı samsunlu?'' Eğer biri çıkıp da ''Ben Samsunluyum.'' derse muhabbet şöyle devam ediyordu:

-Neresinden?

+Bafra.

-Ben de Çarşamba.

Bu kadar. Devamı yok. Sonrasında kimse ne yapacağını bilmiyor.


Askere gelmeden dayım bir hikaye anlatmıştı. Dayım acemi birliğine gider ve ortalıkta sürekli ''Gevaşlı var mı gevaşlı?'' diye dolanan bir usta askere denk gelir. Kimseden ses çıkmaz. Usta asker pes etmez. Sürekli sorar: ''Gevaşlı var mı gevaşlı?'' Dayım ve çevresindekiler ''Ulan gevaşlı çıkarsa yaşadı. Belli ki hemşehrisini arıyor. Her konuda yardımcı olacaktır.'' diye fısıldarlar kendi aralarında. En son biri çıkar sorar: ''Ne yapacaksın Gevaşlıyı?'' Usta asker ''A.ına koyacağım gevaşlı bulursam.'' der. Sonradan öğrenirler ki bu usta asker acemiyken bir tane Van Gevaşlı bunun anasından emdiği sütü burnundan getirmiş. Bu da intikam almak için başka bir Gevaşlı arıyormuş. Özetle hemşehri arayanlara hiç cevap vermedim ama İzmitliye ya da kendi memleketlime denk gelirsem her zaman sıcak davrandım ister istemez. Yine de Türkiye'nin neresinden gelirse gelsin kimseye ön yargı ile yaklaşmadım.


Bizleri 25 kişilik takımlara böldüler. Manga olarak da Piyade Uzman Çavuş Ahmet komutanımızın emrine verilmiştik. Kendisi 30'lu yaşlarda, tecrübeli bir askerdi. Çoğu kez başka askerlerden de adını duyuyorduk. Hayatı Doğu'da, Güneydoğu'da operasyonlarda geçmişti. Kendisi bizi eğitirken de ara ara örnek olarak hayatından kesitler anlatırdı. Bizler de bu hikayelerden az çok anlardık neler yaşadığını, neler gördüğünü. Kısa boyuna rağmen çok kuvvetli görünüyordu. Esmer tenli, gür saçlıydı. İç Anadolu ağzıyla konuşuyordu. Karamanlı olduğunuda öğrenmiş oldum bir muhabbetimizde.


Bir gün bizi eğitime götürürken türkü mırıldanıyordu. Göz göze geldik. ''Bilir misin bu türküyü?'' diye sordu. ''Türkü dinlemem komutanım.'' dedim. Der demez de pişman oldum. Evet türkü gerçekten de pek dinlemem. Mırıldandığı türküyü de bilmiyordum. Fakat üslubum burjuvazi bir görüntü çizmişti. Yarım bir gülüş attı Ahmet Uzman. Hala utanırım o gülüşten.


Kendisini çok sevmiştim. Zaman geçtikçe onun da beni sevdiğini düşünüyordum. Eğitimleri can kulağıyla dinliyordum. Bir keresinde 250 kişi içtimadaydık. Askerleri ayağa kaldırıp soru soruyordu. Kalkan askerler esas duruşu geçmiyorlar, hatalarını da anlamıyorlardı. Önce bizim manga kıdemlisi Tolga'yı kaldırdı. Tolga da esas duruşa geçmemişti. ''Ayağa kalkınca ne yapıyorduk Tolga?'' diye bağırdı. Tolga cevap veremedi. Yine göz göze geldik. ''Mehmet,'' dedi ''sen söyle.'' Ayağa kalkıp esas duruşa geçtim. ''Esas duruşa geçiyoruz komutanım.'' dedim. ''Esas duruşa geçiyoruz, diyor Mehmet. Doğru mu?'' diye sordu herkese. Kimse ses çıkarmadı. ''Esas duruşu ne bozar Mehmet?'' diye bağırdı Ahmet Uzman. İyice gaza gelmiştim. ''Emir ve ölüm komutanım.'' diye bağırdım. ''Emir ve ölüm, diyor Mehmet. Doğru mu arkadaşlar?'' diye sordu Ahmet Uzman. Bu sefer herkes ''Doğrudur komutanım.'' diye bağırdı tek bir ağızdan. Bu ve bunun gibi birkaç olay sayesinde Ahmet Uzman'ın gözüne girmiştim. Fakat acemi eğitiminin bitmesine iki gün kala usta birliklerimiz açıklanmış ve başka birliğe düşmüştüm.


İlerleyen günlerde Ahmet Uzman'ın işleri çıkmıştı. Bizi önce Uzman Onbaşı İbrahim'in daha sonra da Uzman Çavuş Ali'nin emrine vermişlerdi. İbrahim yeni asker olmuş, genç ve özgüvenli bir çocuktu. Çoğunlukla küfürlü konuştuğu ve askerlerle dalga geçtiği için kimse onu sevmezdi. Ali ise benim yaşımdaydı. Ağırbaşlıydı, üslubu iyiydi fakat o da eğitim çavuşu değildi. Kendisinin ZPT (Zırhlı Personel Taşıyıcı) şoförü olduğunu, kadro eksiği olduğu için onu eğitime verdiklerini söylemişti. Dolayısıyla pek fazla eğitim yapmadık. Hatta bir keresinde kendisine verilen eğitim konusu o kadar erken bitti ki Ankara ağzıyla ''Napak la gardaşlar? Gelin la şınav çekek.'' demiş, sırayla hepimize 10'ar tane şınav çektirmişti. Zaten acemide Ahmet Uzman'ın verdiği eğitim dışında eğitim aldığımı söyleyemem.


Şanssızlığım tüm hayatımda olduğu gibi askerde de hız kesmeden devam etti. Sıraya geçerken en ön, en arka demeden, nereye denk gelirsem sıraya geçiyordum. Bir keresinde en öndeyken ''Öndeki 5 kişi gelsin. Depo temizleyecekler.'' dendi. Bir keresinde en arkadayken ''Arkadaki 5 kişi gelsin. Dolap taşıyacaklar.'' dendi. Böyle böyle gereğinden fazla angarya iş yaptım. En büyüğü ise Kolordu Komutanı'nın geleceği haberi geldikten sonra gerçekleşti. Bizi 50'şer kişilik gruplara böldüler. Tahkim edevatı denilen kazma, kürek, mayın arama gibi çok amaçlı bir aleti elimize verdiler ve yaklaşık 5-6 dönüm arazi verip çalı çırpı kestirdiler, mıntıka yaptırdılar.


Acemi birliği bu angarya işlerle geçti. Yemin törenimize son bir hafta kala hepimizi prova için tören alanına götürdüler. Uygun adımda yürümeyi orada öğrendik. O zaman anladım ki önemli olan tek şey yemin töreni olacağı gün yürüyebilmek. Eğitim alıp almamak zerre mühim değil. Bunu ikinci kez idrak ettiğim zaman da atış eğitimini, atış yapmadan hemen önce, ayaküstü 5 dakikada aldığımız zamandı. Ne kadar vatansever olsan da insanı askerlikten soğutan şey tam olarak bu gibi şeylerdir. Ben buna ''Piyon Hissi'' adını verdim. Eskiden nasıldı bilemem ama şu anda ''Vatan Borcu'' dediğimiz o kutsal borç ucuz iş gücünden başka bir şey değil. Yine de ne zaman askerliğe dair bir kitap okusam ya da film izlesem asker olasım gelir. Engel olamadığım bir dürtü bu.