"Allah Kahretsin!" diye çıkıştı Pera bilmem kaçıncı kez, "Bir de başının etini yedim gidelim o herifle diye"
"Sakin ol Pera, olacak olan olur."
Şelalenin arkasındaki mağaradaydılar. Ulya tüm dikkatini Pera'nın yaralı omzuna vermiş, canını acıtmadan eteğinden yırttığı kumaş parçasıyla sarmaya çalışıyordu.
- Efffsane değil miydi ya? Ulya son hareketini kasten mi yaptın yoksa yine geldiler mi sana?
Anka, her yeri kan içinde sekerek mağaradan içeri girmişti. Sonra hemen ekledi.
Az sonra canını teslim edecekmiş gibi duran görüntüsünün aksine yüzünde kocaman bir gülümseme ile heyecandan çakmak çakmak ışıldayan gözleriyle kızlara bakıyordu. Şiddet, çoğu insanı korkutmasına rağmen bu kızda tam tersi bir etki yapıyordu.
"Otur" dedi Ulya tehditkâr bir ses tonuyla, "Orada geldiler mi bilmiyorum ama şimdi gelmek üzereler bana Anka" diyerek Anka'nın yaralarıyla ilgilenmeye başladı.
Ulya bu konuyu düşünüyordu bir yandan. Geldiler mi bilmiyordu ama o alanda bir şeylerin onu fena afallattığı kesindi. Gözüne perde inmişti, hiç böyle hissettiğini hatırlamıyordu. Tepenin başında duran adam ile ilgisi olduğunu hissediyordu.
Anka'nın bahsettiği "gelme durumu" Ulya'nın küçüklüğünden beri belli zamanlarda -ki geneli ekstrem olayların yaşandığı zamanlar- bilinci kapalı bir şekilde hareket etmesiyle başlayan ve sona doğru genelde yıkıcı sonuçları olan olaylar zinciriydi. Bu bir dövüşme, sağır
edici bir çığlık ya da herhangi bir doğaüstü yetenek olarak ortaya çıkabiliyordu. Olay sonrası Ulya ne yaptığını tam olarak hatırlayamıyordu.
"Gerçekten Ulya, o fırtınayı sen mi çıkardın?" diye sordu Pera "Bilmiyorum" dedi Ulya "ama tepenin üzerinde beliren adamlarla ilgili olabilir" kafasını Anka'nın yarasından kaldırmış, Pera'ya bakıyor gibi görünüyordu, ama daha ötesine baktığı kesindi.
Anka bir an Ulya'nın elinden kurtulup "Kimdi o adamlar sahi? Mahşerin 18 atlısı falan mı?" diye sordu ortaya. Ulya tepenin üzerinde sıralanmış o adamları gördüğünden beri, kendine itiraf etmek istemese de cevabı çok iyi biliyordu. Bulut'la çıktığı gezinti sırasında yaşanan karşılaşmanın bazı başka olaylar doğuracağı kesindi ama bu neydi şimdi? Kırmızıların orada bir arazi dolusu Mavinin içinde ne işi vardı? Üstelik Ayaz'ın askerleri onca sayı üstünlüğüne rağmen on tane adamdan niye ölesiye korkup kaçmıştı? Ayaz niye kaçmıştı? Sonuçta yıllardır Ulya'nın peşindeydi ve belki de elindeki tek fırsatı kaçırmıştı. Bunu kendisi de biliyordu. "Ayrıca" diye düşündü Ulya, "Ayaz benden ne istiyor?"
Son hareketi göstermişti ki söylediğine göre Ulya'nın yanında rahatça yaşamasını sağlamak isteğinden daha farklı hedefleri vardı.
"Neyse ne, adamlar sayesinde kurtulduk işte" dedi Pera, omuz silkerek, olası cevaplar onu da korkutuyor, üzerine fazla düşünmek
istemiyordu. Daha doğrusu düşünmekten çıldıracak diye korkuyordu. Pera'nın söylediği cümle Ulya'nın aklında yeni bir soru işareti daha açmıştı. "Madem Ayaz'ın ya da bizim peşimizden gelmeyeceklerdi, o zaman ne işleri vardı orada?" Kafası düşünmekten kazan gibi olmuş, kaskatı kesilmiş sırtı ağrıyordu. Anka'ya seslendi, "Hera ve Mohini nerede? Senden önce gelmiş olmaları gerekiyordu, yolda değişik bir şeye rastladın mı? diye sordu kızların sorularını duymazdan gelerek. "Hayır garip hiçbir şey yoktu, şiddetli rüzgâr dışında tabii" diye yanıtladı Anka, kaşları çatılmıştı.
Hava onlar dövüşürken bozmaya başlamış, gittikçe kötüleşiyordu. Ulya mağaranın iç tarafından, mağarayı bir perde gibi örten şelaleye doğru yürüdü. Gözlerini kısarak akan sudan ilerisini görmeye çalışıyordu. Şiddetli rüzgarla birlikte yağmur da başlamış, çakan şimşeklerin ışığıyla etraf kısa aralıklarla aydınlansa da hemen ardından tekrar karanlığa gömülüyordu. Sabit gözlerle ve nemlenmiş saçlarla bir süre öylece durdu, avuç içleri buz gibiydi ama sebebi havanın soğukluğu değildi. Mohini ve Hera, gelmeyecekti.
Bir süre öyle durduktan sonra "Uyuyun" dedi Pera ve Anka'ya yüzünü dönerek. Kızlar bir süredir dehşete düşmüş fakat Ulya'ya bir şey söylemeye cesaret edememişlerdi. "Anka sessizce "Aramayacak mıyız Ulya?" diye sordu, "Yani Hera ve Mohini'yi aramaya çıkmayacak mıyız?"
"Aramaya gerek yok" dedi Ulya bitkin bir yüz ifadesiyle "Nerede olduklarını biliyorum, şimdi uyuyun ve güç toplayın."
"Yarın vereceğimiz kavga bugünkünden daha büyük olacak." diye ekledi.
Kızlar bir daha bir şey sormaya cesaret edemedi. Bir süre sonra ikisi de birbirine sokulup yorgunluğa yenik düşmüşlerdi. Ulya ise hala şelalenin ardındaki gecenin karanlığına bakıyordu. Şu an içinde hissettiği şey, önünde duran geceden daha karanlıktı. Gözlerini sımsıkı kapadı, yenemeyeceği ruhsal ya da fiziksel bir düşmanı olamazdı, tabii eğer bu düşman yakınındaysa. Kırmızıları sadece okuduğu tarih kitaplarında anlatılanlardan biliyor, neyle karşı karşıya olduğunu kestirememek canını fena halde sıkıyordu. "Hera" dedi içinden, Hera olsa bilirdi ve Mohini, Mohini düşmanın eline düşmesi gereken son kişiydi aralarında.
~
Gün henüz doğarken, yola koyulmuşlardı bile. Hava tamamen eski haline dönmemiş olsa da biraz daha sakinleşmişti. Bir gece önce çıkan şiddetli fırtına yoktu ama etrafı puslu bir hava sarmıştı.
Ulya nereye gideceğini, kızları nerede bulacağını tam olarak bilmiyordu ama bildiği tek şey tepede devasa atının üzerinde duran o adamın işaretiyle yanından ayrılan iki adam Hera ve Mohini'yi almıştı. Bu yüzden Kırmızı'ya sürecekti atını ve içindeki sesi dinleyecekti. Oraya gittiğinde ise neyle karşılaşacaklarını Kırmızılar ve Tanrı bilebilirdi ancak. Üçü de bitkin ve yaralıydı. Elbise ve pelerinleri parçalanmış, kan içindeydi ama hiç durmadılar. Atlarını dörtnala, ellerinden geldiğince hızlı sürüyorlardı, kız kardeşlerini bulana kadar da durmayacaklardı.
Şelale Kırmızı Kent'in ters tarafında, tam karşısında kalıyordu. Bu sebeple Dora'da gizlenerek Kırmızı Kent'in sınırlarına gelmeleri neredeyse akşam üstünü bulmuştu. Kente yaklaştıkça Dora'nın keskin kayalıkları seyrekleşiyor, ağaçlar ise sıklaşıyordu. Normal bir günde olsalar, güneşin ışıdıkça turunculaştırdığı yabani çiçeklere, devasa ağaçlara ve farklı tonlarda cıvıldayan kuşların seslerine vurulurdular. Kırmızı'yı genelde bir çöl ya da Dora gibi bir yer olarak hayal ederlerdi. Bu muhteşem doğa üçünü de şaşırtmıştı.
Genelde kentler Dora'nın bitiminden hemen sonra başlardı ama yaklaşık 1 saattir yürümelerine rağmen -daha az ses çıkarmak adına atlarından inip yürümeye başlamışlardı- etraf hala sessizdi. Birkaç hayvan dışında hiçbir canlıyla ya da yaşam belirtisi olabilecek bir yapıyla karşılaşmamışlardı.
- Çok ilginç değil mi sizce de? Yani çoktan kente girmiş olmalıydık. Tarih kitaplarında Kırmızı'dan çok az bahsetmesinin sebebi küçük bir köy olması mı acaba?
Pera, kaşlarını yay gibi havaya kaldırmış endişeli bakışlarla hem etrafını süzüyor hem de kendi kendine olasılıkları mantık sırasına sokuyordu. Böyle zamanlarda yüzü hep aynı şekli alırdı. Anka dikkatini etrafından çekip Pera'ya "Sanmam, babam.." - Şşşt
Ulya yere eğilmiş, sağ eli toprağın üzerinde, sol eli kalbinin üzerinde gözleri kapalı şekilde toprağı dinliyordu. Mohini Ulya'nın bu hareketine her şahit olduğunda ellerini çırparak heyecanla "yine toprakla konuşuyor" deyip gülümserdi.
- Yakınımızda insanlar var.
+ Saklanalım mı?
- Hayır saklanmayacağız, kalabalık değiller, belki bir şeyler öğreniriz. Yaklaşık 3-4 dakika kadar daha yürüdükten sonra Ulya'nın bahsettiği insanlar karşılarında duruyordu. Beş kişilik bir erkek grubuydu, genç oldukları yüzlerinden belliydi. Saç kesimleri ve kıyafetlerinin benzer oluşuna bakılacak olursa asker ya da benzeri bir gruplaşmanın üyesiydiler.
Ulya eli belindeki kılıcının sapında, temkinli bir şekilde karşısında duran kişilere doğru ilerlerken onların öylece durduğunu fark etti. Çocuklar hiçbir şey yapmıyor, öylece duruyorlardı. Sanki bir şey bekliyorlardı. Sanki...
"Geleceğimizden haberleri var" dedi Anka, Ulya'nın kulağına eğilerek. Çocuklar, ormanda üstü başı parçalanmış ve kan içinde,
beyaz siyah ve kırmızı saçlı bu üç kızı tek başlarına dolanırken gördükleri için hiç şaşırmışa benzemiyorlardı gerçekten. Aralarında az bir mesafe kala Anka ve Pera ellerini kılıçlarına götürüyorlardı ki, Ulya "Durun" dedi "bir şey yapmayacaklar" sağ elini kafasının hizasında havaya kaldırmıştı. Bu hareketleriyle atlar dahil hepsi durur, kimse yerinden kıpırdamazdı. Kızlar olduğu yerde kaldı, Ulya çocuklara biraz daha yaklaştı. İçlerinden biri kolunu havaya kaldırıp eliyle sağ tarafını işaret etti, Batı'yı gösteriyordu. Onları bekleyen her kim ya da ne ise, kaybolmadan bir an önce kendilerini bulmalarını istiyordu demek...
Çocuğun gösterdiği tarafa doğru biraz daha yürüdüklerinde karşılarına devasa surlar çıktı. Pera ve Anka şaşkınlıktan gözlerini
kırpıştırıyor, ağaçların ardında tepesi gözüken surlardan gözlerini alamıyorlardı. "Bu duvarları nasıl aşacağız?" Anka sonunda gözünü
surlardan ayırıp Ulya'ya dönmüştü. "Kapıdan girerek" dedi Ulya, bu sürprizden hiç hoşlanmamış olduğu her halinden belli, hızlıca atına binmişti. Çocuğun işaret ettiği taraf, devasa siyah bir demir kapının
önüne çıkıyordu. Öyle ki kapı beş insan uzunluğundaydı. Hemen önünde orman bitiyor bir açıklık başlıyordu. Surların bitimindeki bu
açıklığın kapının yanındaki devasa gözcü kulelerinin aşağıyı daha
rahat görmesi için kasten temizlenmiş olduğu belliydi. Ormanın bitimine az kala kızlar kapıyı ve etrafını daha rahat görebilmek için
atlarından indi ve yürüyerek en yakın ağaçlık alana geldiler. Karanlık çökmek üzereydi. Ra'nın son kızıllığı Beyaz Yarım Küre'nin üzerinde usulca dolanıyordu. Kızlar yere çökmüş, gözlerini kısarak kapının iki yanında duran şeyin ne olduğunu ayırt etmeye çalışırken hemen üzerlerinden kızıl rengi, cüssesi kendi familyasından çok daha büyük bir kuş, gürültüyle öterek hızlıca geçti ve surların arkasına doğru uçtu. Ulya endişeyle kuşu izledi, bu bir haberciydi, beyaz gözlerini kuştan kapıya indirdiği an fark etti. Hera ve Mohini, devasa kapının iki yanında, tahta direklere bağlanmış bir şekilde başları öne eğik, öylece dikiliyorlardı. Kafalarının duruş şeklinden kendilerinden geçmiş oldukları belliydi. Tam önlerinde ise kedi gibi kıvrık simsiyah bir hayvan uyuyordu ama boyutunun kediden çok daha büyük olduğu bu halinden bile anlaşılıyordu. Etrafta başka kimse görünmüyordu. Ulya bir plan yapıp, havanın kararmasını bekleyip, kızları oradan sessizce alıp götürebilirdi tabii eğer Pera ve Anka aynı anda fark ettikleri görüntüyü idrak edip bağırarak açık alana koşmamış olsalardı.
Kızların bağırmasıyla birlikte Mohini ve Hera'nın önünde ne olduğu anlaşılmayan küçük kedicik uyandı.
Siyah büyük bir panter dört pençesinin üzerinde, kızlara doğru pozisyon almıştı bile.