“Yılın bu zamanında müşterilerin çoğu tatil kasabasını terk etmiş, dar sokakları ve oteli yalnız bırakmıştı. Mutfakta aşçı İlham yağlı saçlarını pis bir bandana ile toplayıp elindeki büyük bıçakla soğanları doğramaya başladı.” Ekranda kelimeler belirir belirmez kaç kelime olduğuna baktım. 31. Kaldı 469. Yazmaya devam ettim. Eşim mutfaktan seslendi: “Sofrayı kuracağım, masayı boşaltır mısın?” Daha bir paragraf olmamıştı. Düşünmeye devam ederek salonun diğer tarafında sehpayı kanepeye yaklaştırıp, yine bilgisayarın başına oturdum. “101’de kalan orta yaşlı satıcı lafını sürekli bölen kara gözlü kadınla göz göze geldi.” Okudum. Cümleyi sildim. Kahraman genç bir kadın olsa daha ilginç olacaktı.


Eşim tabakları masaya yerleştirirken bana bir bakış attı. “Sen de kalanları getirir misin? Deniz gelecek birazdan.” Kalktım, ekmekleri dilimledim; salatayı, baharatları, sosları, çatal, bıçakları, limonları alıp masaya dizdim. Yeniden bilgisayarın başına geçiyordum ki eşim “sen ne yapıyorsun?” diye sordu.

“Hikaye yazıyorum, atölye için.”

“Tabii, senin işlerin önemli.”


Deniz’in gelmesine daha 1 saat vardı. Yeniden yazıya döndüm. Otelde bir aşk bayağı kaçabilir diye düşünürken sözlerimin belli belirsiz dudaklarımdan döküldüğünü fark ettim.

“Ne oteli? Ne aşkından bahsediyorsun sen?”

Nasıl duydu bunu? Pes! “Öyküyü diyorum, otelde geçiyor.” 

“Otelde aşk yani!”

“Bunlarla ilgili bir yazı yazmam gerek. Bir de bıçak var tabi.” Tuhafmışım gibi bana bakıp mutfağa döndü.


Hızla yeni bir yazı sayfası açtım: “4. kat koridorunu geçip 411 nolu odanın açık olan kapısından içeri girdiğinde, ayna karşısındaki sarışın ona dönmeden cilveli sesiyle ‘geldin mi?’ diye sordu. Adam elindeki sivri bıçağın sapını hırsla sıktı.” Yeniden okudum; biraz yazdım; yine sildim. Kalan işlere yardımcı olmak için ben de mutfağa gittim.


Kapı çaldı. Deniz neşeyle salona girdi, okul çantasını kanepeye yanıma attı. Bilgisayarda henüz 300 kelime olmamış yazıya bakıp “Ne yazıyorsun baba?” diye sordu. “Hikaye yazıyorum.” dedim sevinerek. İlgisi hoşuma gitmişti. “Ancak pek bir şey çıkmadı bu akşam.” Yazdıklarımı okumak için yaklaştı ama ekranı kapattım. “Daha hazır değil. Tamamlansın sana okutacağım, söz.”


Masaya oturduk. Eşim mis gibi kokan karamelize soğanla mezgitleri tabaklara dağıtırken: “Baban yazar olacak, yeni işi bu herhalde.” diye söylendi. “Ne var anne, yazsın işte. Hem ben seviyorum yazdıklarını.” Limonu sıkarken söylenmeye devam ediyordu: “Yazsın tabi, otellerde aşklar filan. İlham başka yerden gelmiyor sanki.”. Birden durdu. Bense duramadım. “İlham gelmesin zaten bir zahmet! Gerek yok ona şimdi.”

“Nerden çıkardın şimdi yine?”

“Kim çıkardı? Yağlı saçlarıyla aşçılık yapan İlham’ın lafını dahi duymak istemem! Zaten ilham da gelmiyor bana. Sabahtan beri oteldi, bıçaktı hiçbir hikaye çıkmadı benden.”

“Lütfen ama, taa gençlikte olmuş bitmiş mevzuyu konuşman çok ayıp. Sen içinde yaşattığın bu kıskançlık hikayesini yıllardır ne zaman sorumsuzluğunu hatırlatsam önüme getiriyorsun.”

Deniz “Yavaş ya, şaka mısınız siz? diye parlayınca durabildik. Sonra hepimiz sustuk. Mezgitler bitti. Tabaklar el birliğiyle makineye kondu.


Yeniden bilgisayar başındaydım. Deniz odasında. Eşim diğer köşede televizyona bakıyordu. Sessizdik. Biraz sonra sessizliği yavaşça bozdu; “Bitince bana da okusana.” dedi. “Eğer biterse…” dedim. Başının üstünde topladığı sarı saçlarına, gençliğine göre hafif kırışmış ama hala berrak kara gözlerine, ince boynuna baktım. Göz göze geldik. Gülümsedik.

“Ben yatıyorum. Artık yanıma gelecek misin?”.

Düşündüm: “Evet… Birazdan.”


Yazmaya başladım.


Hikayeyi bulmak kolay, yaşatması, ilerletmesi zordu. Bitince başlığı attım: “500 Kelime.” Karımın yanına gittim.