Bazı insanlar doğuştan hastaydı ya da varoluşun kendisi hiç geçmeyecek bir hastalık,
gün doğduğunda göğsümüze bastıran bu acıysa tam iyileşecekken yeniden ve yeniden küçük bir sıyrıkla dahi olsa, hiç dinmeyecek gibi kanattığımız yaralarımız kadar uslanmazdı.
Akıl almaz bir düş görüyorduk hepimiz, üstelik bu düşün kendisi yeterince korkunçken geceleyin de kabuslara doğru uyuyor, hangi aklın ve hangi tanrının işi olduğunu bilmediğimiz bu oyunun içinden çıkabilmek için, tek çarenin ölüm olduğunu düşünüyor fakat ölümün bile gerçekte ne anlama geldiğini hiçbirimiz bilmiyorduk.
Aynı evlerin içinde birbirine yabancı insanlar olarak büyüyor, aynı uslanmaz düşün kaldırımlara düşen gölgesinde bambaşka insanlara dönüşüyor ve bu rüyanın; henüz sokaklarda oyunlar oynayan bir çocuğa bile en iyi ihtimalle, insaflı kötülüğü; yalnızlığı yaşatmasına, yalnızlığı öğretmesine ve onu içinde büyütmesine engel olamıyorduk.
Yaşamak, hız kesmeden koştuğumuz bir hastalık, hastalığının adı yaşamak. Ve ''yaşamak'' hastalığının içinde kendimizi kandırdığımız bir yalan, iyileştiğimize inanmamız.
Uçsuz bucaksız bir kan gölü varoluş, çirkin tadını içmeye doymuyor ve bizi beslediğine inanıyoruz.
Bu karamsarlığa karşı konulamaz bir şekilde hayran kalıyor, hastalığımızı; soluduğumuz buhranın aksine sarıp sarmalıyor, çektiğimiz bu hastalığı bahşedilmiş bir nimet olarak görüyor, hepimiz kendi kendimizi patlatmaya, yıkmaya, savurup yaralamaya hazır bombalar gibiyken, komik bir şekilde, kendimizi yeryüzüne kutsal bir el tarafından saçılmış hediyeler sanmaktan, bu düşün kendi içindeki sanrısını yaşamaktan, hastalıklı bir halde, hasta olduğumuzdan, geri durmuyoruz.