Ortada, beyaz atının üzerinde Ulya duruyordu. Rüzgârdan hırçınlaşmış dalgalı saçları beline doğru savaş halinde dökülüyor, parçalanmış pelerini ve elbisesi omuzlarının büyük bir kısmını açıkta bırakıyordu. Hemen önünde kendisine meydan okur gibi pozisyonlanan yeşil gözlü pantere rağmen çenesi yukarıda, gözleri henüz açılmakta olan büyük demir kapıdaydı. Hemen sağında çoktan kılıcını çekmiş, sinirden ten rengi, saçıyla aynı kızıllığa ulaşmış Anka, sahibinin huzursuzluğunu hissetmiş atı ile birlikte bir sağa bir sola savruluyordu. Solunda ise Pera, gözleri dolmuş bir halde bir Hera'ya bir Mohini'ye bakıyordu. Sanki hangisi için ölmek istediğine karar veriyor gibiydi.

- Demek Zemheri ile tanıştınız hanımlar

Büyük demir kapı iki yana doğru ağır ve gürültülü bir şekilde tamamen açıldı ve 4 adam atlarından inerek kapının dışına doğru ilerledi. Konuşan kişi diğerlerinden bir adım önde, dikkatle önünde savaş meleği gibi dikilmiş duran üç kızı inceliyordu. Keskin ve yakışıklı denebilecek yüz hatlarına sahipti. Ayrıca iri ve güçlü bir vücut yapısı vardı, atletik olduğu her halinden belliydi, diğer üçü gibi. "Feda, hanımefendileri çözer misin?" dedi ve hemen ardından kızlara doğru yaklaşmaya başladı. Tavrı kibar ve içten görünüyordu.

- Bu kaba karşılama için özür dilememe izin verin. Hızınızı göz önünde bulundurduğumuzda, beşinizi birden yakalayıp buraya getirmeye ikna etmek zor olacak gibiydi. Ben Kasım, Kırmızı Kent'in bürokrasi işlerinden sorumluyum ayrıca Kan'ın kardeşi ve birinci seviye rütbeli askeriyim. Bu gördükleriniz ise (arkasındaki adamları işaret ediyordu) Kan'ın diğer rütbeli askerleri; Agah, Feda ve Bars.

Feda ve Bars olarak tanıttığı iki adam, başını hoşnutsuz bir ifadeyle eğerek selam vermeye benzer ufak bir hareket yaptı. Agah olarak tanıttığı adam ise başını çevirip oralı bile olmadı. Hera'yı çözmüş, sıkıca kolundan yakalamış, dikkatli bakışlarını büyük demir kapıya yöneltmişti. Göz çevresinde yaşının diğerlerinden daha büyük olduğunu belli eden kaz ayakları vardı. Ulya, en fazla 30-40 diye tahmin yürütürken bir an da geçen haftalarda Dora'da yaptığı küçük gezintinin görüntüleri düştü aklına. Bu adam, Agah, Kırmızı Kent'in kıyısında karşılaştığı o adamdı, Hera'nın okla üç yerinden vurduğu adam. Feda ise Mohini'yi kolundan kavramış, şaşkın ve şüpheci bakışlarını Ulya'ya dikmişti. Duygularını saklamakta pekte usta olmadığı anlaşılan bu gençte diğerleri gibi atletik ve iriydi. Aralarında en küçük o olmalıydı ya da kumral teni ve sarı-kızıl saç rengi öyle görünmesine sebep oluyordu.

Bars olarak işaret ettiği asker ise, Kasım'ın biraz arkasında, saldırgan bakışlarını Anka'ya dikmiş, önünde her an kendisine saldıracakmış gibi duran bu kızı hareketsiz hale getirmek için emir bekliyor gibiydi. Kavga ve dövüş ile haşır neşir olduğu vücudunun her yerini saran yara izlerinden belliydi. Kahverengi kıvırcık saçları ve alev alev yanan kestane rengi gözleri ile o da en fazla otuzlarındaydı.

"Kan?" diye geçirdi aklından Ulya, duyduğu bu isim ürpermesine sebep olmuştu. Bu da kimdi şimdi ayrıca bu bir takma isim olmalıydı yoksa hangi anne-baba bebeğine Kan ismini koyardı ki? Sonra bir an, Maviler ile savaşırken tepede, atının üzerinde kendisine doğru yaklaşan adamı düşündü. Buradakilerin hiçbiri o değildi. "Kan" diye düşündü tekrar, "Kan o olmalı".

Kasım tekrar konuşmaya başlayarak düşüncelerini böldü.

- Sen de Ulya olmalısın. Ve (Ulya'nın yanında atının üzerinde dikilmekte olan Anka ve Pera'ya göz atarak) bu diğer iki hanımda Hera ve Mohini gibi senin efsanevi savaşçıların olmalı. Şu şarkıda geçen dört savaşçı ha?

Elini hem selamlaşmak hem de attan inmesine yardımcı olmak amacıyla Ulya'ya doğru uzattı. Ulya yabancının uzattığı elini görmezden gelerek hızla atladı yabancının tam karşısına, yere indi.

"Ne şarkısından bahsediyordu bu salak?" Sorusunu kendine sakladı ve "Onlar benim kız kardeşlerim" dedi tehditkâr bir sesle, yabancıya iyiden iyiye yaklaşmıştı. Ulya'yı gören Anka ve Pera'da hemen ardından hızla atlarından indiler.

Ulya, hızlıca karşısında dikilen dört askeri tarttı. Anka, Bars denen çocuğu halledebilirdi. Mohini'nin durumu kötü görünüyordu, Pera'yı ona doğru yollayabilir ve kendisi de önünde duran yabancıyı hallettikten sonra hızlıca Hera'ya yardıma gidebilirdi zira Agah hem kapıya çok yakın hem de diğerlerine nispeten daha zorlu birine benziyordu. İçeride yardıma gelebilecek başka askerlerin olup olmadığını bilmiyordu ama yüksek surlara bakılacak olursa bu, içeriye tıkılmadan önceki son şansları olabilirdi. Hızlıca aklındaki planı tartarken dünkü gibi şiddetli bir rüzgâr, suratlarını yalayıp geçti. Atlar huzursuzlanmıştı. Önündeki adamların hepsi dikkatlerini kızlardan çekip devasa demir kapıya doğru yönlendirdi.

Ulya, sebebini çözemediği bir şekilde kalp atışlarını, kulaklarında gümbürdeyen bir davul gibi duyuyor, boncuk boncuk terlerin alnında biriktiğini hissediyordu. Korkmuyordu ama vücudu bilinmeze istemsizce tepki veriyordu. İşte yine oluyordu, dün savaş alanında hissettiği o garip duyguya kapılmıştı yine, ruhunun karanlığa doğru çekildiğini hissediyordu. Kapının ardında, uzaktan hızla kendilerine doğru yaklaşan karaltıya dikti gözlerini.

O kadar hızlıydı ki ne olduğu bile anlaşılmıyor, kapıya doğru sürüklenen siyah renkli bir alev topuna benziyordu. Ulya, karanlığı iliklerinde hissetti, gözleriyle gördü ve hatta dilinde karanlığın tadı vardı. Bu duyguyu sonraları hatırladığında bile dile dökmekte zorlanacaktı. Tek söyleyebileceği karanlığa gömülüyor olduğuydu.

Karaltı kapının eşiğinde aniden durdu. Kalkan toz hafifledikten sonra anlaşıldı ki, simsiyah devasa bir atın üzerinde kendilerine doğru gelen esmer bir adamdı. Kasım, bakışlarını hızlıca kapıdaki adamdan çekip Ulya'ya döndü. Sadece ikisinin duyacağı bir şekilde "Sakın aptalca bir şey yapma, hatta sana söylenmediği sürece hiçbir şey yapma. Kız kardeşlerinin ölüm emrini vermek istemiyorsan tabii Ulya, sadece dur ve ne diyorsa onu yap" dedi ve Ulya'nın önünden yavaşça çekildi.

Adam çoktan atından inmiş, büyük adımlarla Ulya'ya doğru yaklaşıyordu. Etrafında ne olup bittiği çok umurunda değilmiş gibi görünüyordu. Ulya, vücuduna ve aklına söz geçiremediği o anlardan birini yaşıyordu. Adama yaklaşmak bir yana dursun, kızları alıp buradan derhal uzaklaşmak istiyordu ama bacakları sanki ona ait değillermiş gibi öne doğru hareket ediyor, o da adama doğru yaklaşıyordu. Görüntüsünü tarif etmek zordu. Kesinlikle iri ve iyi dövüştüğünü belli eden kaslı bir vücuda sahipti. Buğday tenli, keskin yüz hatlarına sahip, gür siyah saçları ve sakalları vardı. Yüzü çirkin ve ürperticiydi. Ya da elmacık kemiğinden başlayıp kaşının üzerine doğru giden derin yara izi öyle görünmesine sebep oluyordu. Görüntüsünden ziyade, verdiği his daha ürperticiydi. Gözleri Ulya'nın gözlerine sabitlendiğinde Ulya'nın hissedebildiği tek şey boşluktu.

Ulya, yakınındaki her canlıyı hissedebiliyor, yeteneklerini ve düşünce şekillerini kopyalayabiliyordu. Karşısındaki adama ise ne kadar yaklaşırsa yaklaşsın, hissettiği tek şey boşluktu. Hayatındaki ilk defa korkuyu hissetti. Belirsizlik insanın en korkulu rüyasıydı çünkü.

Aralarında bir kol boyundan daha az mesafe kalmıştı ki ikisi de durdu. Ulya gözlerini kapadı. Denedi, tekrar denedi ve sonuç koca bir boşluktu. Karşısındaki kişi yürüyen bir ölü olmalıydı.

"Gözlerini aç!" diye emretti adam. Ulya gözlerini yavaşça açıp adamın gözlerinin içine doğru bakmaya başladı. Emredici ses tonu ve hissettirdiği boşluk, Ulya'nın çenesinin sinirden kaskatı kesilmesine sebep olmuştu. Gözlerinin rengi her sinirlendiğinde olduğu gibi çılgınca değişiyor, tehditkâr bakışlarını adamın simsiyah kömür rengi gözlerinden bir an olsun ayırmıyordu. Adam da aynı şekilde bakışlarını Ulya'nın gözlerine dikmişti ancak sanki ona bakmıyor da daha geride daha derinlerde farklı bir şey arıyor gibi bakıyordu.

Aradığını bulmuş olacak ki boğazından hoşnutluğunu belli eden küçük bir hırıltı çıkardı ve Ulya'nın bir tutam saçını eline aldı. Ulya

taş gibi kaskatı kesilmiş nefes dahi almıyordu. Kasım'ın uyarısını hatırladı. Tabi ki hiçbir şey yapmayacaktı, neyle karşı karşıya olduğunu bilmeden kızları tehlikeye atmazdı asla.

Adam elindeki bir tutam saçı iki parmağının arasında sürterek inceliyordu. Saçın anatomisini çözmeye çalışıyor gibi dikkatliydi. Ardından saçı elinden bıraktığı gibi elini Ulya'nın yüzüne doğru uzattı. Çenesini kavrayacakmış gibi yaptığı elinin baş parmağını Ulya'nın teninde yavaşça gezdirdi. Ulya kendini satılık hayvan pazarındaymış gibi hissediyordu. "Amacı öldürmek değilse, bu adam ne yapmaya çalışıyordu?"

Adam baş parmağını çenesinden yavaşça boynuna doğru indirdiği eliyle kolyesinin ucunu parmaklarının arasına aldı. Artık Ulya'ya değil kolyeye dikmişti gözlerini. Avcunun içine aldığı elması hızlıca çekip kolyeyi Ulya'nın boynundan kopardı ve aniden arkasını dönüp hızlıca atına doğru ilerlemeye başladı. Sağ eliyle bir işaret yapıp, "Hepsini eve götürün, bizim tarafa. Gözünüz beyazın üzerinde olsun" dedi. Agah çoktan Hera ve Mohini'yi surların içine sokmuştu bile.

~

Çoktan karanlık çökmüştü. Ev dedikleri yere at arabasıyla getirilmişlerdi, bu yüzden etrafı tam manasıyla görme fırsatları olmamıştı. Burunlarına taze kırların ve Ulya'nın alışkın olmadığı keskin bir tuz kokusu geliyordu. Surların girişindeki kapıdan eve

getirilmeleri atların hızına rağmen uzunca sürmüştü. "Ev" dedikleri yer bir ev olmamakla birlikte köşk demek için fazla büyük, saray demek için ise küçük bir yapıydı. İki yanındaki devasa taştan kuleleriyle ve ürkütücü gotik mimarisiyle şato demek daha uygun kalırdı. Bulunduğu yer bir tepenin zirvesi idi, etrafındaki yapılardan daha yüksekteydi ve gerisindeki karanlık boşluğa bakılırsa arkası bir uçurumdu. Önünde kocaman zemini kum olan bir alan ve hemen sağında at haraları olduğu tahmin edilen tek katlı sıra halinde bloklar vardı. Buranın görüntüsü tıpkı kendilerini alıkoyan askerler gibi gösterişli ama çirkin, estetikten yoksundu. Özetle ürpertici bir görüntüsü vardı.

İçeri ana giriş olmadıklarını tahmin ettikleri bir yerden girdiler ve dolambaçlı, yolu bir kerede akılda kalmayacak şekilde dizayn edilmiş merdivenlerden üç kat yukarıya çıktılar. Çıktıkları ana koridordan sağda kalan nispeten daha dar bir koridora bağlandılar. Koridorun sonunda ahşaptan geniş, oymalı bir kapı duruyordu. Sağında ve solunda daha küçük ama aynı derecede ihtişamlı üçer kapı daha vardı.

Kızları sağda kalan ortadaki kapıdan içeri soktular. Bu arada Agah ortadan kaybolmuş, Kasım önde kızlara eşlik ediyor, Bars ve Feda ise kızların hemen arkasından ilerliyorlardı. Kimse konuşmuyordu.

Odaya girdiklerinde Kasım, "İşte kalacağınız yer" dedi eliyle odayı sunuyormuş gibi bir hareket yaparak, "Biraz küçük ama güvenlik için sizleri yanımızda tutmamız gerekiyor, o yüzden şimdilik idare edin." dedi ardından. "Demek diğer kapılar onlara ait" diye düşündü Ulya. Sondaki büyük kapının ardında kimin kaldığını tahmin etmek zor değildi.

Oda önce geniş bir alana açılıyor etrafında ise kapısız minik minik başka odacıklar bulunuyordu. Her odacıkta bir yatak ve bir dolap vardı. Köşede, odaya ait bir banyo bile vardı.

"Tutsağımız değilsiniz" diye tekrar söze başladı Kasım, "ve lütfen tutsak gibi davranmayın, yoksa sizi üzülerek tekrar incitmek zorunda kalabiliriz." diye devam etti cümlesine, tehdit eder gibi değil gerçekten üzülüyormuş gibi söylemişti son cümlesini. Ama diğerlerinin surat ifadesine bakılacak olursa üzülecek tek kişi oydu. Ardından bakışlarını Mohini'ye çevirdi, gözlerindeki ifade özür diler gibiydi. "Şimdi dinlenin lütfen" dedi son kez ve üçü birden odadan ayrıldı.

Kızlar Ulya'ya bakıyordu, Hera hariç. O, pencereye doğru yürümüş, dışarıyı inceliyordu. Ulya ise kızların neyi sormak isteyip de bir türlü soramadıklarını adı gibi biliyordu. "Neden harekete geçmemişlerdi?"

Hera, başını camdan ayırmadan konuşmaya başladı, "Ulya'yı rahat bırakın kızlar, şeytanın karşısında şansımız olmadığını o da biliyor."