Kaşımdan süzülen kan neredeyse gözüme girecekti, cılız ıslaklığı erkenden hissedip yaralı elimin tersiyle kan damlacığına engel olmasaydım… Sertleşmeye başlayan derim sızladığında yüzümü ekşittim. Ah, bu histen nefret ediyorum. Ağzımın içi mide bulantısıyla, yoğun, ekşi tükürükle doluyor ve ben dostlarım, neredeyse midemdeki suyu öylece önüme dökmek üzereyim. Neredeyse öğürecekken içinde bulunduğum, küf kokan odanın kapısı hızla açılıyor.  


“Selam sana, Piç Kurusu!” Benim en yakın arkadaşım, suç ortağım ve biricik pazarlamacım. Hayır, hayır… O anlamda değil.  

“Selam sana, Haydut!” Kendine özgü dans hareketleriyle odaya girip kapıyı hızla arkasından kapatıyor. Sakallı yüzüne oturan gülümsemeyi tanıyorum, zafer ve kibrin harmanlanıp yüzüne yerleşmesi oldukça bilindik. Odanın ortasına gelip eskimiş kot pantolonunun cebinden telefonunu çıkarıp tanıdık melodinin yükselmesine izin verdiğinde gülümsememe engel olamıyorum. Yaralı yüzüm gerilirken neredeyse gülümsemeyi bırakacağım. Haydut, kollarını açıp Ludwig nan Beethoven’ın ilahisinde dans etmeye başlamasaydı tabii… Ellerini başının tepesinde birleştirmesini, parmak uçlarında yükselmesini, kaşlarının huzurla kalkıp dudaklarının büzülmesini ve odanın içinde zarifçe süzülmesini izliyorum. Ayakları onu bir o yana bir bu yana yönlendirirken 9. Senfoni'nin hakkını verdiği için onunla gurur duyuyorum. Birkaç uzun dakika zafer dansına devam ediyor ve ben de yayıldığım koltuktan onu izliyorum, başarımızın tadını çıkaran biri olduğu için oldukça mutluyum. 


Başarı… Bir doksan sekiz boyunda, yüz altmışaltı kilo, asık suratlı, yüzü ve hatta tüm vücudu yara bere içindeki Piç Kurusu mahlaslı acımasız bir herifin -ki o ben oluyorum- kendisi gibi bir herifi dövmesi. Hayır, suyunu çıkarması. Hayır hayır, neredeyse öldürmesi ve bunun karşılığında tonla para kazanması… Vurduğum her yumruk, savurduğum her tekme ve ayağımın altında ezdiğim her bir kelle bana fazladan nakit olarak geri dönüyor ve hayır arkadaşlarım, bu yasal değil. Birbirimizi öldürmek için toplandığımız bu eski binaya polisler yalnızca bahis arttırmak için geliyor, yaptığımızın yasal olup olmaması umurlarında değil. Dört tarafı metal iplerle çevrilmiş bir sahnede iki devin birbirine ölesiye vurmasından zevk alıyor, bunu izlemek için para yatırıyorlar. Kulağa aptalca geldiğini farkındayım ama umurumda değil, umursadığım tek şey gecenin sonunda cebime sığmayacak kadar çok para kazanmış olmam.  


Bugün o gecelerden biri, Haydut dansının sonuna geliyor ve üzerindeki eskimiş, kahverengi paltosunun iç cebinden şişkin bir zarf çıkarıyor. Tek ayağını ötekinin arkasına atıp kolunu karnının önünde büküyor, boştaki elini arkasına gizliyor ve önümde eğilip beni selamlıyor. Yaralı ellerimi onu tebrik etmek için birbirine vururken oturduğum yerden zorlukla kalkıyorum, kemiklerimden yükselen çatırtılara ikimiz de alışkınız, ona yaklaşıyor ve bana uzattığı zarfı elinden alıyorum. Avucumda hissettiğim doluluk hissi, zarf ve paranın birbirine değdiğinde çıkardığı hışırtı, elde edilen zaferin somut bir hale gelip parmaklarının arasına sığması… Gözlerim keyifle kapanıyor, Haydut kadar kibar olmasa da yapabileceğimin en iyisiyle süzülüyor ve kendimi eski koltuğa geri bırakıyorum. Elimdeki zarfı müziğin ritmiyle havada sallıyorum.  

“Adamı hastaneye götüreceklerdi… İnanabiliyor musun? Huysuz, adamın ölmek üzere olduğundan öyle emindi ki en güçlü adamlarından birini kaybetmeyi göze alamayıp onu hastaneye götürmeyi göze alacaktı.” Gözlerim hala kapalı, cevabı bildiğim halde Haydut’un hevesini kırmak istemiyorum ve soruyorum: 

“Götürdü mü?” Dudaklarından aşağılayıcı bir kıkırtı dökülüyor, odanın içinde ileri geri yürüdüğünü adım seslerinden anlıyorum.  

“Hayır, elbette. Para, candan daha tatlı geldi. Adam da ölmedi zaten.” 

“Yazık olmuş.” 

Haydut sessiz kalıyor. Dövüş ve ölüm fikrinden nefret ediyor. Yaptığım espriden pişman değilim çünkü ölüm fikrinden hoşlanıyorum.  

“Oldukça fazla kazandık,” diyor uzun bir sessizliğin ardından. Sesimi çıkarmadığımda devam ediyor. “Önümüzdeki üç hafta dövüşmesen bile paramız bitmez.” Demek istediğini anlıyorum, başım hala geriye yaslı dururken gözlerimi yavaşça aralıyor ve büyük burnumun izin verdiği kadar ona bakıyorum. Karşımda dikiliyor, oturmayı sevmiyor. Sevse bile oturacak bir yeri yok, bu odada tek koltuk var. Kucağıma oturmak isteyip istemeyeceğini sormak istiyorum daha sonra bu espriden vazgeçiyor ve konuşmaya başlıyorum. Sesimden açık bir sitem duyuluyor.  

“İki gün sonraki maç için Korsan’la anlaştın değil mi?” Bakışları önünde bağladığı ellerine iniyor, parmaklarını birbirine dolayıp onlarla oynarken cevap vermesini bekliyorum. Cevabı biliyorum, yine de ondan sesli duymak istiyorum, öfkelenmeme engel olacak birkaç kelime etmesi umuduyla acele etmiyorum. Nefes al, nefes ver… İşe yarayacak, sadece nefes al, nefes ver… 

“Dövüşmene gerek yok," diyorum. "Dinlenmek sana iyi gelir diye düşündüm.” 

“Ne zamandan beri benim yerime düşünüyorsun?” 

“Sekiz seneden beri.” Verdiği cevapla aralanan dudaklarım kapanıyor, haklı olmasından yeniden nefret ediyorum.  

“Her neyse,” diyorum sonunda. “Yanlış düşünmüşsün. Git ve Korsan’la konuş, iki gün sonraya şimdiden hazır olduğumu söyle.” 

“Piç Kurusu…” 

“İtiraz istemiyorum Haydut. Gidip onunla ben mi konuşayım?” Omuzları aldığı yenilgi üzerine düşüyor, yüzü asılırken gözlerini gözlerime dikiyor. Fikrimden vazgeçmem için biraz bekliyor, sesim çıkmadığında başını yana yatırıyor ve orta parmağını öfkeyle havaya kaldırıyor. Odadan çıkmak için arkasını dönüyor, kapıyı açıyor, çıkmadan önce son kez bana dönüyor.  

“Piç Kurusu senin için harika bir mahlas seçimiydi.” 

“Ben de seni seviyorum Haydut.” diye sesleniyorum ona, yüzüme yerleşen sahte gülümseme Haydut’un odadan çıkmasıyla siliniyor ve sıkıntı dolu bir nefesi dudaklarımdan serbest bırakıyorum.  


Neredeyse her hafta bu konuşmayı yapmak artık canımı sıkıyor yine de bunu düzeltmek için elimden bir şey gelmiyor. Haydut’u o kadar kırmayı göze alamıyorum. Beni psikopat sınıfından ayıran tek özelliğim ona duyduğum merhamet, Haydut olmasa dünya üzerindeki canlı veya cansız hiçbir varlığa acımıyorum. Peki tüm dünyaya bu kadar sırtımı dönmüşken ona neden sarılmaktan vazgeçemiyorum? Soru bu olduğunda en başa dönmemiz gerekiyor dostlarım. Onunla konuştuğum ilk ana… 


O zamanlar henüz on dokuz yaşındaydım. Sevgi dolu anne ve babamın benden istediği diğer her şeyi reddettiğim gibi okumayı da reddediyordum. Annem potansiyelimi harcadığımı söylüyor ve beni okula ikna etmek için durmadan gözyaşı döküyordu. Bunu hatırlayınca yüzüme bir gülümseme yayılıyor, potansiyelimin olmadığını, bunun her zaman farkında olduğunu fakat bunu kabul etmek istemediğini o zaman olduğu gibi şimdi de biliyorum. Yine de bunun için annemi suçlamıyorum, adının sosyetede kötü anılmasını istemiyordu.  


“Onun oğlunun ne yaptığını duydun mu? Liseden sonra okula gitmemek için diretiyormuş!” 

“Ah, zavallı kadın! Oysaki oğluna ne çok yatırım yaptı. Piyano kursu, şan dersi, oyunculuk eğitimi, yüzme kursu… Sırf istiyor diye onu boks eğitimine yazdırdı. Nankör evlat sahibi olmak ne zor…” 

“Kadın onu yetiştiremedi, babası kafayı işle bozduğu için oğlunu adam edemedi. Başka evlatları da yok. Ne berbat bir durum, değil mi?” 


Evet dostlarım, ne berbat bir durumdu… Babam işle kafayı bozduğu için beni adam edemedi değildi, ben adam olmak istemiyordum. O sadece bu konu hakkında annemden daha rahat olabiliyordu çünkü biliyordu, bir erkek gün geldiğinde mutlaka para kazanmak zorunda kalacak ve bunun bir yolunu bulacaktı. Nasıl olduğunu önemsemezdi, sahip olduklarını kendisi elde etmişti. Babasından kalan bir holdingi yoktu, bir evi ve arabası da yoktu. O hepsini çalışarak elde eden başarılı iş adamlarından yalnızca biriydi. Her zaman hayali değildi hedefler, aklı yetmeye başladığı andan beri hayatı için planladığının çok belli olduğunu söylerdi.  


Okulunu bitirmek, aşık olmak, çalışmaya başlamak, evlenmek, daha çok çalışmak, aşık olduğu kadınla dünyayı gezmek, daha çok çalışmak, evini ve arabasını almak, çalışmak, çocuk yapmak, çalışmak, çocuğunu en iyi şartlarda büyütmek, çalışmak, belli bir yaşa kadar onu okutmak, çalışmak ve tek evladı yuvadan uçtuğu an bunca çalıştığının keyfini çıkarmak…  


Belki de hayatımı nasıl yönlendireceğimi annem kadar önemsememesinin sebebi, hayatının keyifli dönemine geçme hevesiydi. Genç yaşından itibaren hayatını kendi kazanan bir adam, söz konusu oğlu olsa bile bir başkasının ne yapacağını çok önemsemiyordu ve ben onu anlayışla karşılıyordum. O yapıyorsa oğlu neden yapamasındı?  


Annem, ailesinin göz bebeği, üç kız kardeşten en küçüğü, en narini ve en önemseneni… Olan biteni kavramaya başladığım andan beri, onun bu dünya için fazla empati yaptığını düşünürdüm. Empati duygusunun yanında gösteriş meraklısı bir yanı vardı ve ikisi bir araya geldiğinde dostlarım, hayat onun için olduğundan daha zor bir hale geliyordu. Ailesinin gözbebeği olması ve bir prenses gibi büyütülmesi ise olduğu kişinin zorluğuna tuz biber oluyordu. Kasıntı çevresinin fısıltılarına öyle çok kulak kabartırdı ve duyduklarına öyle çok önem verirdi ki kendisi için yaşamayı unutmuştu. Okumam için neden bu kadar meraklı olduğunu biliyordum, babamın yolundan gitmemi ve ailemize benzer bir aile kurmamı istiyordu. Şan, şöhret, azim, başarı ve para... Çok fazla, sonu gelmeyen para... Şimdi düşündüğümde çok fazla para kazanıyorum fakat onlarla iletişim halinde olsaydım annem mutlu olmayacaktı, görebiliyorum. Çünkü o, kazandığım paradan daha çok nasıl kazandığımla ilgilenirdi.  


On dokuzuma geldiğimde her şeyin çatırdamaya başladığını görebiliyordum. Önümde iki seçenek vardı:  

Bir, onların istediğini yapmak. Okumaya devam etmek. Hukuk? Tıp? Mühendislik? Belki de veterinerlik... Annemin işine en çok bu gelirdi, kurucusu olduğu hayvanları koruma derneğine mesleğimin ne çok katkısı olurdu.  


“Duydunuz mu? Kadının oğlu veterinerlik okuyormuş. Hayvanlara ailecek çok önem veriyorlar, ne kadar merhametli ve iyi insanlar...”  

“Oğlu, dernekte gönüllü veterinerlik yapıyormuş. Evet, hiç para almadan sokaktaki hayvanları, durumu olmayan insanların hayvanlarını ücretsiz tedavi etmeyi kabul ediyormuş. Bu dernek öyle iyi ki amacına daha iyi hizmet eden bir dernek daha görmedim.”  


Onlar böyle söyleseydi dostlarım, her iki durumda da haklı oluyorlardı. Birinci seçeneği seçseydim ailemin istediği kişi olmayı, gerçekten de sayemde amacına daha iyi hizmet eden bir dernek göremezlerdi. Şimdi de göremiyorlar zira birinci seçeneği seçmedim. İkinci seçenekte karar kıldım.  


İkinci seçenek, evden bir anda, kimseye haber vermeden çıkmak ve bir daha geri dönmemek. Böylelikle yeni hayatıma ilk adımı atmıştım.  


Kaçıp gitmeden önce her şeyin daha kolay olacağını düşünüyordum. Aralık ayında evden kaçmanın çok da mantıklı olmadığını, üstümdeki pahalı monta rağmen üşümekten titrerken ve tüm bedenim uyuşmuşken anlamıştım. Lüks villaların bulunduğu mahallemden çıkıp, ara sıra gizli gizli gittiğim ve içinde bulunduğum süre boyunca aidiyet duygusunu dibine kadar hissettiğim, gecekondularla dolu, soba dumanının boğazımı yaktığı mahalleye gelmiştim. Bu mahallenin ismi pek de iyi anılmıyordu.  


Herkes birbirini tanırdı, kimsenin yeni kişilere açık oldukları söylenemezdi. En sevdikleri şey mahalleye yanlışlıkla yolu düşen, merakına yenilip ziyarete gelen, kısacası yabancı olan herkese zarar vermekti. Kendi aralarında hiyerarşik bir yapı kurdukları kesindi fakat herkes yerini korumak istediğinden veya daha iyi anılmak istediğinden kendi yöntemlerini geliştirmişti. Vurmak, kırmak, çalmak, kesmek, biçmek... Yeri geldiğinde öldürmek... 


Öldürmekten çekinmemelerine şaşırmamalıydı. Polis, devlet, kanun, hiçbir şey onları görmezdi. Kendi aralarında kurdukları yapıya dâhil olmak ne kadar zorsa zarar vermek de bir o kadar zordu. Ayrıca biliyorlardı, biraz para her şeyi hallederdi.  


Bu gerçeği bilen yalnızca onlar değildi, bu yüzden saat sabaha karşı üç gibi mahalleye elimi kolumu sallayarak girebilmiştim. Orada yaşayan birkaç kişiyle tanışmak ve kendimi sevdirmek oldukça zordu. Hepsine bolca para yedirmiştim, hayatlarında ben olmasam giremeyecekleri mekânlara götürmüş, ettikleri kavgalarda yanlarında dövüşmüştüm. Mahalleye rahatça girmemi sağlayan üç kişi, mahalleye girdiğim ilk günlerde beni öldüresiye döven üç kişiydi. Anneme her defasında yaralarımı açıklamak için farklı bir bahane uydurmak zorunda kalırdım.  

 

Kapıya çarptım, anne.  

Merdivenden düştüm, anne.  

Basketbol maçında biraz sert oynadık anne. 


Haydut, bu bahanelerle sebep olan üç kişiden biriydi. Oraya gitmekten vazgeçmeyeceğimi, beni bilmem kaçıncı kez dövdükten sonra anlayan kişi.  


2014 


Benimle aynı yaşlarda olduğunu tahmin ettiğim zayıf çocuk, ayağındaki kalın botunun ucuyla yerde yatan bedenimi dürtüyor. Onların mahallesindeki bir ara sokakta, bu çocuk ve iki arkadaşından belki de ellinci kez dayak yedim. Gözlerim yüzüstü yattığım için asfaltı izlerken ona cevap vermek istiyorum. Konuşmak için derin bir nefes aldığımda kaburgamda keskin bir acı hissediyorum, kesilen nefesim ses çıkarmama engel oluyor.   


“Tamam,” diyor rahatlamış bir sesle. “Nefes aldığını gördüm. Ölmedin, değil mi?” Sorusuna karşılık gülmeden edemiyorum. Kan kokusu burnumu doldururken, yerde iki seksen uzanmışken, kemiklerimden birkaçını feda etmişken yattığım yerde kıkırdamaya başlıyorum. Nefesim yeniden kesildiği için kıkırtılarım sadece birkaç saniye içinde inlemeye dönüşüyor. Zayıf çocuk, arkamdan dolanıp yüzüme bakmak için önüme geliyor. Eğilip suratını suratıma yaklaştırıyor. Kaşları çatık, dudakları hayretle aralanmış. Ona yeniden gülümsüyorum. Dudaklarımın arasından zorla selamlıyorum.  


“Hey...” Kaşları havalanıyor, onu daha önce gördüğüm için biliyorum, yüzünde her zaman şaşkın bir ifade var. Fakat bu kez gerçekten şaşkın gibi görünüyor ve bu yeniden gülümsememe sebep oluyor.  


Kanlı yüzümü biraz daha inceledikten sonra pes eder gibi gözlerini deviriyor, omuzları çöküyor ve tam gözümün önüne, yere oturuyor.  


“Tamam,” diyor bıkkın bir sesle. “Anlat bakalım, senin olayın nedir?” Heyecanlanıyorum, bu bana sorduğu ilk gerçek soru. Yüzümde nasıl bir ifade oluştuğunu bilmiyorum ama bana bakışları yeniden değişiyor. Daha önce görmediği bir yaratığa bakar gibi kaşları çatık, burnu ve alnı kırışmış, dudakları yukarı doğru büzülmüş... Açıkçası biraz komik görünüyor, hatta itiraf etmem gerekirse beni neredeyse her gün pataklayan o olmasaydı ve onu tesadüfen görseydim diyorum içimden, birini dövebileceğini asla düşünmezdim. Buna içimden biraz güldükten sonra ona yeniden saygı duymaya başlıyorum, en azından saygı duyduğuma kendimi inandırmaya çalışıyorum. Onların sistemini biliyorum, kendinden üstündekine saygı duymayı kutsal sayıyorlar.  


Bedeni eski bir botun ucuyla dürtülen ve yerde kanlar içinde yatan ben olduğuma göre, saygı duymak zorunda olan da ben oluyorum elbette.  


Sorusunu unuttuğumu düşünmesini istemediğim için aceleyle dudaklarımı aralıyorum ve ona diyorum ki:  

“Södöcö sözö tönömök öst- öh!”  


Evet dostlarım, ona aynen böyle cevap veriyorum. Ağzım asfalta yapıştığından demek istediğim hiçbir şey anlaşılmıyor. Beklediğimin aksine güldüğünü göz ucuyla görüyorum, yine de bu bana güven vermiyor. O ve iki arkadaşı beni döverken de gülüyorlar, bu yüzden sadece bakabildiğimin en iyisiyle yüzüne bakıyorum. Biraz güldükten sonra yüzünde hâlâ bir tebessüm varken elini omzuma koyuyor ve yüz üstü yattığım yerde beni sırtüstü çeviriyor. Kemiklerimden yükselen çatırtılarla ve acıyla yüzümü buruşturuyorum, yüzümü buruşturduğum için suratımdaki yaralar acıyor, yaralar acıdığı için hırsla bağırıyorum, bağırdığım için dudağım acıyor ve işte... Böylece arkadaşlarım, pes ediyorum. Tüm vücudumu serbest bırakıyor, gözlerimi kararmaya başlayan gökyüzüne çeviriyor, öylece bakıyorum.  


“İşin en can sıkıcı kısmı burası, değil mi?” Bana yeniden soru sorduğunda bunun bir sorudan çok sohbet başlangıcı olduğunu anlıyorum ve yine sessiz kalıyorum. “Canın acıdığı zamanlarda bağıramamak.”  


Onaylamak için kafamı sallıyorum. Bunu gördüğünden emin değilim, zaten kafamı o kadar da iyi sallayamadığımı biliyorum. Eli yeniden omzumu buluyor, beni ittirmek için vuruyor fakat bu bana zarar vermek için yaptığı bir hareket değil. Daha çok beni teşvik etmek istiyor gibi görünüyor.  


“Adın ne?” diye soruyor. Dudaklarımı aralayıp ağzımın içinde biriken kanlı tükürükle dudaklarımı ıslatıyorum. Kan tadına alıştığımı fark edince neredeyse gülümseyecek gibi oluyorum, kendimi zorla durduruyorum. Gözüne daha garip görünmek işime gelmiyor.  

“Önemi nedir?” diye soruyorum bilmiş bilmiş. Yeniden kıkırdadığını duyuyorum, elimden geldiğince ona eşlik ediyorum.  

“Sakinleş bebeğim.” Sesi alay dolu. “Ben dostum. Adını bahşet, hadi.” Gülüyorum. Yaptığım tek şey son gücümü gülmek için kullanmak.  

“Benim bir adım yok,” diyorum. Bu konuşmayı o kadar uzun zamandır planlıyorum ki sonunda gerçekleştiriyor olmak beni heyecanlandırıyor. “İsimsiz, memleketsiz, ailesiz, arkadaşsız yani kimsesizin tekiyim.”  


Bakışlarım yüzüne dönüyor. Suratında aşağılayıcı bir ifade var. Dediklerimin onu etkilemesini beklediğim için bu ifade motivasyonumu biraz düşürüyor. Yine de vereceği cevabı bekliyorum.  

“Bence sen aptalın tekisin.” diyor bana. “Seni kaç kez dövdüğümüzü saymayı bıraktım. Her defasında yeniden ve yeniden geliyorsun. Söylesene, dayak yeme fetişin mi var?”  


Gözlerinin içine bakarken gülümsüyorum. Hakkımda hiçbir şey bilmiyor ve öğrenince ciddiye alacağından emin bile değilim, yine de denemeye değer olduğunu düşünüyorum.  

“Hayır,” diyorum sorusuna ciddiyetle cevap vererek. “Ait olmak istiyorum.” Şöyle güzel, okkalı bir kahkaha patlatıyor.  


“Nereye?” Kahkahasının arasından soruyor. “Bu mahalleye mi?” Sessiz kalıp gülüşünün kesilmesini bekliyorum. Yüzüme birkaç uzun saniye bakıyor, ciddi olup olmadığımı anlamaya çalışıyor. Sessiz kalmaya devam ettiğimde kaşları bu kez hayretle kalkıyor.  

“Ne?” diyorum sahte bir şaşkınlıkla. “Bana inanmıyor musun?” Sorumu ciddiye almıyor.  

“Sen polis misin?”  

“Ne?” 

“Diyorum ki sen polis misin?” Bu soru üzerine yüzüne uzun uzun, aptal aptal bakıyorum. Bir polisin kendini defalarca kez dövdüreceğini düşünmesi bana garip geliyor.  

“Polis olsam kendimi neden defalarca kez dövdüreyim?” Aklımdan geçeni dolandırmadan soruyorum. Omuz silkiyor.  

“Bilmem,” diyor umursamaz bir tavırla. “Polis olman, bu mahallede kabul görmeyi istemenden daha mantıklı ve kabul edilebilir.” Kaşlarım kalkıyor, yapabildiğim kadarıyla kafamı sallıyorum. Gözlerini benim gibi gökyüzüne çeviriyor, biraz laciverte boyanan gökyüzünü izliyoruz. Sonunda konuşan yine o oluyor.  


“Git buradan,” Sesinde daha önce karşılaşmadığım bir samimiyet var. “Ciddiyim, dertsiz başına dert arama. Sana bakınca görüyorum, her şeye sahip şımarık zengin bebelerinden sadece birisin. Burada olmak seni bozar, kaldıramazsın. Bugün yüzüne gülen, yarın parasız kalınca cebindeki beş kuruş için böbreğine bıçağı sapladığında elinden hiçbir şey gelmez. Üzerindeki mont, kolundaki saat, ayağındaki ayakkabının parası ile dört kişilik bir aile bir sene geçiniyor burada. Ha, çok meraklıysan eğer...” Gözlerimdeki merak duygusunu gördüğünde cümlesini yarıda kesiyor. Hevesle yüzüne bakmaya devam ediyorum, o konuşmaya devam etmiyor.  


“Çok merak ediyorsam ne?” Pes ediyor.  

“Ben Haydut,” diyor bıkkın bir ses tonuyla. Kendi adımı söylemek için hevesle aralanan dudaklarım onun devam etmesiyle kapanıyor. “Sakın kendi adını söyleme. Bilmek, sorumluluk almak istemiyorum. Burada kimse kendi adını kullanmaz. Yanımda gördüğün iki çocuğu beş yaşımdan beri tanıyorum ama isimlerini üç sene önce öğrendim...”  

“Kaç yaşındasın?”  

“On dokuz.” Gülümsüyorum. Benimle aynı yaşta olması iyi hissettiriyor, beni anlamasının daha rahat olacağını düşünüyorum.  

“Pekâlâ, Haydut...” diyorum. “Aynı yaşta olmamıza sevindim. Daha iyi anlaşacağız.”  

“Ben sevinmedim.” Dediğiyle yüzüm aşılıyor. İstifini bozmadan devam ediyor. “Hatta üzüldüm, manyak mısın lan sen? Yürü gitsene evine, senin gibi görünen arkadaşlarının yanına. Gencecik çocuksun...”

 

 Gülmeye, ama gerçekten gülmeye başlıyorum. Çatık kaşlarıyla yüzüme bakıyor.  

“Aynı yaştayız a. koyayım,” dediğimde yüzündeki sinirli ifade siliniyor. “Zannedersin benden kırk yıl önce dünyaya geldin, laflara bak...” Dirseğimin üstünde zorlukla doğrulup ona dönüyorum. “Gencecik çocukmuşum, bak bak bak... Aman evladım, kaç kurtar kendini, evine git, buralar seni bozar.” Sesimi inceltip alay ettiğimde sonunda dayanamıyor ve bakışlarını kaçırıp gülmeye başlıyor. İçimde onu içten bir şekilde gülerken görmenin rahatlığı oluşuyor, sonunda bağ kurmaya başladığımızı görüyorum.  


“Piç kurusu...” Alay dolu bir sesle konuştuğunda devam ettiriyorum.  

“Efendim?” Yeniden yüzüme bakıyor.  

Ve işte dostlarım, Haydut’la böylece arkadaş oluyoruz. Beni dövdükten birkaç dakika sonra, ölüp ölmediğimi kontrol ederken...  


2022 


Yaşanan o günden tam bir ay sonra, kalıcı olarak mahalleye girebilmiştim. Geçen bir ayda, Haydut ve üç arkadaşını besledim, gezdirdim, giydirdim… Onlara her zaman sahip olmayı istedikleri lüksten daha fazlasını verdim, onlar karşılık olarak bana istediğim hayatın kapılarını açtı.


İlk arkadaş Sivrisinek, Haydut’tan sonraki favorimdi. Beni kabullenmesi diğerine göre daha kolay olmuşu, bu kolaylığın sebebinin onun için harcadığım para olduğunu bilsem de umursamıyordum. Para benden değil, babamın hesabından gidiyordu. O hesapta öyle çok para vardı ki babam giden birkaç bin birim parayı farkına bile varmamıştı. Biraz kaliteli suşi ve fiyakalı viski, Sivrisinek’i tavlamıştı. Yirmi iki yaşındaki bir delikanlıyı kaliteli yemek ve içkiyle tavlamaktan daha kolayı mı vardı?


Diğeri, Balta… Balta, yaşça Haydut ve Sivrisinek’ten büyü olan, akıl abisi… Yumruklarının kuvvetli olduğunu biliyordum, deneyimlemek için çok vaktim olmuştu. Temkinliydi, televizyonda beni babamın yanında birkaç kez görmüştü. Ona güven vermediğimi biliyor ve anlıyordum, babamı tanıyan kimse bana pek güvenmezdi. Her şeyi hilesiz, kendi emeğiyle yaptığına inanmak ve devletle çalışmadığını düşünmemek oldukça zordu. Aslında bakarsanız dostlarım, babamın işinin o kısmından ben de emin olamıyordum, hala olamadığım gibi. Bunu da umursamıyordum çünkü er ya da geç yanından ayrılıp ait olduğum hayata adımlayacağımdan emindim.

 

Balta’nın güvenini kazanmak için girdiği kavgalarda yanında oldum, yaptığı hırsızlıklarda arkasını kolladım, uyuşturucu satıcılarını tornavida ile deşmesi için suç aletinin en iyisini ona ben aldım. Babam parasının uyuşturucu satıcılarını oyduğunu bilseydi hayatı boyunca belki de ilk kez benimle gurur duyardı.


Belki de duymazdı. İşlerine burnumu sokmadığımdan kimlerle çalıştığını bilmediğimi daha önce de söylemiştim.



Balta, günlerden bir gün karakola düştüğünde Sivrisinek beni aramış ve yardım istemişti. Anlattığına göre Balta birini yaralamıştı, karakoldan çıkması için acil paraya ihtiyaç vardı. Birkaç bin birim para… Düşünmeden fırlamış, parayı çekmiş ve karakola koşmuştum, neredeyse içeri girecekken Balta bir anda ortaya çıkıp kolumdan yakalamış ve beni kenara çekmişti. Enseme bir tokat attıktan sonra ise tam olarak şunu söyledi:

“Mahalledeki herkes seni karşılamak için bekliyor, Piç Kurusu…”

 Ben de gittim. Aralık ayında, gece sabaha karşı üç sularında…


2014

 

Eğer şu an işemek isteseydim sidiğim malum yerimin tam ucunda donardı dostlarım. Ellerimi ısınmak için birbirine sürterken anlaştığımız yerde onları bekliyorum. Haydut, Sivrisinek ve Balta’yı… Çoktan burada olmaları gerekirdi, dakikalar geçtikçe hava daha çok soğuyormuş gibi hissediyorum. Değil ellerimi, malum yerlerimin yanaklarını birbirine sürtsem bile ısınamayacağımı anlayınca olduğum yerde zıplamayı kesiyorum. Sokağın köşesinden mahallenin gördüğüm kısmına daha dikkatli bakmaya başlıyorum.


Daracık bir sokak, iki yanda da en fazla iki katlı olmak üzere derme çatma evler dizili. Hepsinin boyası sökülmüş, çoğunun duvarlarına isyan dolu sözler yazılmış.

Biz de istemezdik.

Girişler tehlikeli ve yasaktır.

Burada çocuklar lolipop değil bıçak ucu yalıyor.

 

Vesaire, vesaire… Altında dikildiğim sarı sokak lambasının aydınlattığı kadarıyla bunları okuyabiliyorum. Aklımda yalnızca okuduğum ilk cümle dönüp duruyor, onların istemediği bir hayatı ben neden bu kadar çok arzuluyor, onlar gibi yaşayabilmek için yanıp tutuşuyorum?


Maddi anlamda her şeyimi, fazlasıyla karşılayan bir aileye sahibim. Babamın ismi sayesinde berbat notlarım olmasına rağmen şehrin en iyi lisesine gidiyorum. Annemin isteğiyle pek çok kurs alıyorum, içlerinden yalnızca şan ve oyunculuk eğitimi için hevesliyim. Oyunculuk eğitiminde istediğim kişi olabilmenin mutluluğunu yaşarken şan dersinde üstüne gitmeyi sevdiğim tek hobim olan şarkı söyleme işini gerçekleştiriyorum. Bunların dışında gitmekten zevk aldığım başka bir kurs yok; basketbol, yüzme ve hatta boks bile bana iyi gelmiyor.


Gerçekten dövüşemediğim hiçbir kavgayı yararlı bulmuyorum.


Sadece birkaç saat önceki hayatıma bakınca ne yaptığımı yeni farkına varıyorum fakat bu içime bir korku düşürmüyor. Aksine, başımı gökyüzüne kaldırıp derin bir nefes alıyorum ve duman kokusu genzimi yaktığında mutlu oluyorum. O hayatı sevmemek için hiçbir sebebe ihtiyacım olmadığını kabul etmem gerekiyor, sadece sevmiyorum işte. Babamdan aldığım parayı onun arkadaşlarının çocuklarıyla pahalı mekânlarda yemek yerine uyuşturucuyla mücadele etmek için tornavidaya harcamayı tercih ediyorum. Ayağımdaki pahalı ayakkabıları birkaç gün giyip kenara fırlatmak yerine onları patlayana kadar giymek ve eskimiş olmalarından zevk almak istiyorum. Laf dalaşı değil, gerçek kavgalar istiyorum. Vurmaktan, kırmaktan, dağıtmaktan ve zarar vermekten mutlu oluyorum. Suratıma yediğim bir yumruk, ağzıma dolan kan tadı, vücudumdaki o tarifsiz, dayanılmaz acı… Bunlar beni besliyor, güçleniyorum. Kaostan, şiddetten besleniyorum; günde tek öğün yemek ve iki öğün dayak yemek bile bana mantıklı geliyor. İçimdeki öfkeyi kustuğumu hissettiğim her an bana yaşıyormuşum gibi hissettiriyor.


Öfke duyduğum her şeyi biliyorum, hepsi için kendime hak veriyorum. İnsanlara öfke doluyum, özünde iyi olan herkesin savaşı kaybetmesi beni sinirden boğuyor. Siyaset adı altında sömürülmemizden nefret ediyorum. Parayla başımıza geçmeleri, biz aptalları din ve milliyetçilikle sömürmeleri öfke dolmama sebep oluyor. Sebep oldukları savaşlardan ve savaşı onların çıkarmasına rağmen masumların ölmesinden nefret ediyorum, gün geçtikte fakirin daha fakir, zenginin daha zengin olmasını yediremiyorum. Üçüncü dünya savaşının tam içinde olduğumuzu anlayamayacak kadar aptal dolu bir dönemde yaşamak zorunda bırakıldığım için beni buna mecbur bırakandan nefret ediyorum.


Gencecik kızların -ki kendileriyle duygusal anlamda ilgilenmiyorum- yaratılan güzellik algısına uymak için kendilerini aç bırakmalarına, beğenilme arzusuyla istemedikleri şeyleri yapmak zorunda hissettirilmelerine, diledikleri gibi yaşadıklarında orospu damgası yemelerine dayanamıyorum. Erkeklerin üzerindeki adamlık baskısını düşündükçe nefes almakta zorlanıyorum.


Bir erkek para kazanmalı.

Bir erkek güçlü olmalı.

Bir erkek ağlamamalı.

Bir erkek baskın olmalı.

 

İnsanların hiçbir işi yokmuş gibi diğerlerinin kime aşık olacağını seçmeye çalışmasına, herkesi kendi doğruları için zorlamalarına, doğrularına uymayan herkesi kırmaktan çekinmemelerine katlanamıyorum. Dedikodudan nefret ediyorum.


Çocukların ölmesinden, damacanaya tecavüz edilmesinden, sokak kenarındaki ölü hayvanları görmekten, binaların bilmem kaçıncı katlarındaki, içlerinden kadınların yağmur gibi yere sağanak sağanak yağdığı balkonlardan nefret ediyorum.


Ekonomik savaştan, toptan, tüfekten, açlıktan, fakirlikten, zenginlikten, ezenden, ezilenden, çocuklardan, yaşlılardan, yetişkinlerden, siyasilerden, ekonomistlerden, milliyetçilerden, dinlerden, Tanrılardan, cahillerden, kendini bilge sanan ucubelerden ve geri klan her şeyden, herkesten, içimi ezen bir öfkeyle nefret ediyorum. Kanımın kaynayıp, kaynayıp ve daha çok kaynayıp ruhumu ve bedenimi alev alev yakmasından, beynimi patlayacak dereceye getirmesinden, kafamı dağa taşa geçirip paramparça etme isteğimi körüklemesinden büyük bir öfke duyuyorum.


Tüm bu nefretimle baş etme yöntemim -ya da baş etmeye çalışma yöntemim- ise beni bu mahalleye sürüklüyor. Kimden ve neyden daha az nefret etiğimi düşündüğümde sistemin kurbanı olup ezilenden ve öfkesini bir şekilde dışarı yansıtabilenlerden, konuşmaktan korkmayanlardan daha az nefret ettiğime karar veriyorum. Bu adaletsiz dünyada kendi düzenini kurmuş ve adaletini sağlamış insanlardan daha az nefret ediyorum. Benim giydiğimi giyemeyen, yediğimi yiyemeyen herkesten daha az nefret ediyorum. Öfkelerini kusmak için başvurdukları yönteme çekiliyorum, onların evinde misafir değil, ev sahibi olmak istiyorum.


Sokağın karşısından hızlı adımlarla gelen bir siluet görünce duruşum dikleşiyor, biraz daha yaklaştığında onun Sivrisinek olduğunu görüyor ve rahatlıyorum. Birkaç saniyede yanıma varıyor, yüzündeki sıkıntıyı görüyor muyum yoksa uyduruyor muyum?


“Nerede kaldın?” diye sitemle soruyorum. Dudağını kemirmeye başlıyor, dikildiği yerde tek bacağını endişeyle sallıyor. Kaşlarım çatılırken konuşmasını bekliyorum.

“Haydut,” diyor sonunda. Sesinden bir şeylerin ters gittiğini anlıyorum. “Dövüşemedi. Öyle fena dayak yedi ki ölmesinden korkuyoruz.”

O an dostlarım, başım dönmeye başlıyor. Duyduklarımı idrak etmek için birkaç saniyeye ihtiyaç duyuyorum. Yoksa yine benime dalga mı geçiyorlar, diye düşünüyorum fakat Sivrisinek’in kızaran gözleri durumun gerçekliğini yüzüme vuruyor.

“Nerede?” diye sorabiliyorum sonunda.

“Sen onu boş ver,” Cevabı beni mutlu etmiyor. “Seni bu gece Balta’nın evine götüreceğim. Sabaha karşı geleceğiz, bizi beklersin.” Yüzüne bakıyorum. Beni henüz tam anlamıyla tanımasa bile inatçılığımı en iyi bilenlerden biri. Sessiz kalıyoruz, birkaç saniye sonra pes eder gibi omuzları çöküyor.

“Balta beni öldürür,” diyor. “Seni eve götüreceğimi söyledim. Oraya hemen giremezsin.”

“Orası neresi?” Sorumu farklı bir şekilde tekrarlarken Haydut’u düşünüyorum. Kanım ısınmaya başlıyor.


“Karakol,” dediğinde anlamadığımı belli etmek için kaşlarımı iyice çatıyorum. “Yani, bu isim tamamen ironi için. İçinde dönen şey bir karakolda asla dönmez…” Beni oyalamak için saçma detaylar verdiğini farkındayım.

“Sivrisinek,” Sesim düşündüğümden daha sinirli çıkıyor. “Haydut nerede ve ona ne oldu?”


“Para kazanmak için dövüşüyoruz,” diyor. “Yani, Balta dövüşmüyor fakat ben ve Haydut yapıyoruz. Diğer mahalleden biri geldi, anlaşmada bu yoktu. Korsan, dövüşleri düzenleyen herif, anlaşmanın dışına çıkmış. Haydut ringe çıktı ve karşısında o herifi görünce… Adam onun iki katı! Yine de kaçamazdı, isminin kaçmasıyla değil her şeye rağmen dövüşmesiyle anılmasın istedi, ona hak veriyorum. Kaçsaydı zorlukla kazandığı itibarını yok ederdi.

Dövüşmeye fırsatı bile olmadı. Adam öyle güçlüydü ki Haydut’a bir yumruk savurdu ve Haydut yerdeydi. Kalkamayacağı belli olduğu halde ona vurmaya devam etti. O vurdukça ve Haydut ezildikçe seyirci zevkten dört köşe oluyordu. O adam dakikalarca, yerde bilinçsizce yatan Haydut’u tekmeledi. Haydut’un yüzü öyle bir kanadı ki, Korsan istemeyerek de olsa müdahale etme zorunda kaldı. Haydut’u zorla kulise taşıdık ve dakikalardır orada yatıyor, Balta ve Hekim onu iyileştirmek için uğraşıyor. Ama… Ama başaramayabilirler.”


Dünya, beni dışarı atıp kafamın etrafında dönüyormuş gibi hissederken, bulanan görüşümle Sivrisinek’e bakıyorum. Yanaklarının ve gözlerinin kızarıklığı aslında hissettiği her şeyi açığa vuruyor. Peki, ben ne hissediyorum?


Dostlarım, içimin kaynamayı geçip kavrulduğunu hissediyorum. Gözlerimden ateş çıkıyormuş, bedenimden elektrik yayılıyormuş, canavara dönüşüyormuş gibi hissediyorum. Ayaklarım sabit kalmakta zorlanıyor, alnımdan yüzüme bir ter damlacığı süzülüyor. Yüzümün kızardığına ve alnımdaki tüm damarların patlayacakmış gibi göründüğüne eminim.

“Sivrisinek,” diyorum zorlukla. “Beni karakola götür.”


           2022

 

Sivrisinek beni o gün karakola götürmüştü. Başka bir seçeneği olmadığını, koca cüssemin neredeyse tüm gücünü kullanıp yakasına yapıştığımda anlamış, benden dayak yemek yerine Balta’dan dayak yemenin daha az zarar vereceğine karar vermişti. Neredeyse sabah olmuşken ayaklarımız kıçımıza vurarak koşuyor, rüzgâr yüzümüzü keserken Haydut’a yetişmeye çalışıyorduk. Haydut’a bir şey olursa nasıl berbat birine dönüşeceğimi erkenden anlamıştım.  

 

Benimle konuşmasının üzerinden yalnızca bir ay geçmiş olmasına rağmen, senelerdir takıldığım insanlardan daha çok onu seviyordum. Hatta belki de o, dünya üzerinde gerçekten sevdiğim tek insandı. Duygusal anlamda erkeklerin, kadınlardan daha çekici gelmesi gibi bir şey değildi, bir kardeş arayışında olduğumu onunla tanıştıktan sonra anlamıştım. 

Zayıf ve uzun bedeni, ince, kemikli suratıyla onu ciddiye almak oldukça zordu. Çenesinde ve yanaklarında çıkan tek tük sakalı kesmezdi, iddiasına göre onu daha sert gösteriyormuş. Buna yalnızca gülüyordum, bayık bakan gözleri onu tehlikeli birinden çok sürekli uykusu olan biri gibi gösterirken iki üç kılın ona sert bir görünüm kazandırdığını zannetmesi benim için dünyadaki en komik şeydi. Sesi daha çok bir kadın sesi gibiydi.  

 


Benimle gerçekten konuşan ilk kişi olması bir yana dursun, Haydut’tan önce Sivrisinek ya da Balta’yla konuşmuş olsaydım bile Haydut’u hepsinden çok seveceğimi biliyordum. Benimle aynı yaşta olmasına ve yaşam şartlarına rağmen içinde hâlâ bir çocuk vardı. Ayrıca, dövüşmeyi sadece zorunda olduğu için yapıyordu. Ona kalsa kimseye vurmaz, kimseyi incitmezdi. Savaştan en az benim kadar nefret ediyordu, güçlünün güçsüzü ezmesine öfke doluydu ama ona sorarsanız öfkesini dövüşerek kusmak yapacağı en son şeydi.

  

Kendisi son noktaya gelmişti.  

 

Yine de gerek olmadıkça dövüşmüyor, öncesinde daima konuşmayı deniyordu. Muhatap olduğu insanlar onun bu yanını görünce kolay lokma sanıyorlardı fakat Haydut görünüşünün aksine mükemmel bir dövüşçüydü. Kendini korumayı, ezdirmemeyi bu şekilde başarıyordu.  

 

Her neyse, dostlarım, sonunda karakola vardık. Mahallenin biraz dışında, dışarıdan bakıldığında kafeye benzeyen, eski bir mekândı. Çok beklemeden kendimi içeri atmıştım, eski demir kapı arkamdan büyük bir sesle kapandı. İçeride kimseyi göremeyince öfkeli gözlerle Sivrisinek’e döndüm, beni kandırdığını düşünüyordum. Yanıma gelip kolumu tutmuş, beni sürüklemeye başlamıştı. Kafenin arka kısmına geçtik, mutfak tarafından açılan bir kapıyı açtı ve her şey gözlerimin önündeydi.  

 

Mutfak kapısı, ufak bir odaya açılıyordu, şu an içinde bulunduğum odaya yani... Odanın içi sigara dumanıyla dolmuştu, dumanların arasından odanın köşesine atılan bir tekli koltuğu, üstünde yayılmış Haydut’u, Haydut’un başında dikilen Balta’yı ve yabancı bir adamı seçebiliyordum.  

 

Balta’nın gözleri kapının sesiyle bize döndü, Sivrisinek arkamdan kapıyı kapatmıştı. Balta öfkeyle bakmaya başladığında onu umursamamış, Haydut'a doğru adımlamıştım.  

 

2014  

 

“Bunun burada ne işi var?” Balta öfkeyle soruyor, ciddiye almıyorum. Soruyu bana yöneltmediğini farkındayım, tek derdim Haydut’a bakabilmek. Sonunda yanına ulaşıyor ve yabancı adamı itip önünde diz çöküyorum. Yabancı adamın eli üzerinden çekildiği için gözlerini aralıyor, dostlarım, gözleri öyle bir kan toplamış ki kahverengi irislerini neredeyse seçemiyorum. Beni görünce diklenmeye çalışıyor, ellerimi bacaklarına koyup onu koltuğa sabitliyorum.  

 

“Siktir, bu halin ne lan?” Sesim titrediğinde patlak dudağında bir gülümseme beliriyor.  

“Neden geldin?” Sorusuna karşılık yüzümü ekşitiyorum. Ona bakmak çok zor geliyor, zayıf suratının her yeri patlak ve kan içinde.  

“Ben de bunu sordum.” Balta konuştuğunda zorla nefes alıp Haydut’u cevaplıyorum.  

“Sana bunu kim yaptıysa, senden daha beter hale getireceğim.” Öfkeyle soluduğumda yüzündeki gülümsemenin yerini düz bir ifade alıyor. Zorunda kaldığında mimiklerini kontrol etmeyi çok iyi başarıyor.  

 

“Siktir git,” diyor zorla. “Sana ne dendiyse onu yap.”  

“Hayır,” diyorum anında. “Sana fikrini sormadım, yapacağım dedim.”  

“Sivrisinek, götür onu buradan.” Balta konuştuğunda bu kez gözlerim ona dönüyor. Sinirleniyorum, hepsi kafayı mı yemiş?  

 

“Gitmeyeceğim.” Sinirle fısıldıyorum. “Hiçbiriniz onu bu hale getirenden intikam almak istemiyor mu?”  

“Elbette istiyoruz.” Sivrisinek konuştuğunda gözlerim ona dönüyor.  

“Tamam,” diyorum. “İşte, buradayım. Hepinizden daha kalıplıyım, iyi dövüşüyorum. İnkâr edebilir misiniz?”  

“Bu önemli değil.” Balta sesini sakin tutuyor.  

“Asıl önemli olan bu. Adil bir dövüş olacak. Sivrisinek adamdan bahsetti, tam bana göreymiş. Bırakın intikamımızı alayım.”  

 

Balta itiraz etmek için ağzını açıyor ama ona öyle bir bakıyorum ki, susmaya karar veriyor. Sivrisinek başını yenilgiyle yere eğiyor. İkisinden de ses çıkmayınca Haydut’a dönüyorum.  

“Hayır.” İtiraz ediyor, yeniden. “Burada dövüşemezsin. Mahalleye girdin, daha fazlasını isteme. Burası olmaz.”  

“Neden? Neden bu kadar çok itiraz ediyorsun?”  

“Para karşılığı dövüşüyoruz. Arkadaki koca kalabalık birbirimize vurmamız için para ödüyor. Sanki bir sirk gibi, biz zorla burada tutulan hayvanlarmışız gibi... Bunun ne kadar berbat hissettirdiğini bilmiyorsun, kendimizi ucube gibi hissediyoruz fakat yapacak bir şeyimiz de yok. Bırak, git buradan. Bir dahaki dövüşü kazanırsam haftalarca paraya ihtiyacımız olmaz, sen normal bir işe girersin, hep birlikte seni bu işe sokmadan hallede...“  

 

“Burada dövüşmek istiyorum.” Lafını kesip konuşuyorum. Sesim tok, kararlı. “Burada artık ben dövüşeceğim, sen değil. Normal bir iş bulması gereken sensin. Bu senin son dövüşündü. Artık benim dönemim başlıyor.”  

 

2022  

 

Başladı, dostlarım. O gün dövüşememiştim fakat iki gün sonraki dövüşe Balta ve Sivrisinek’in isteksiz yardımıyla öyle bir hazırlanmıştım ki, mahlasımı çoktan Piç Kurusu olarak seçmeseydim, kendime Ölüm Makinesi falan diyebilirdim.  

 

Haydut son ana kadar dövüşmemem için beni ikna etmeye çabalamıştı ama hiçbir işe yaramadı. Haydut’a olanlar bir yana dursun, öfkemi kusmak için daha iyi bir yöntem bilmiyordum bu yüzden paralı dövüş bana çekici geliyordu. O an para istemiyorsam da günün sonunda ihtiyaç duyacaktım, kendimi bir bankada ya da boynumda stetoskopla düşünemediğim için bu iş bana daha da mantıklı geliyordu.  

 

Herifi dövmek beklediğimden daha kolay olmuştu. Benden uzundu, benden kalıplıydı, benden güçlüydü fakat benden zeki değildi. Gösteriş meraklısı olması da sonunu getirmişti. Birkaç hesaplanmış yumruk ve tekmeyle onu yere sermiştim.  

 

Korsan’la o gün tanıştım. Haydut, teki kapalı gözü ve ağrıları yüzünden kambur duruşuyla yanımda dikiliyordu. İki gün önce yaralı bir şekilde yattığı odada bu kez kazanmış bir şekilde duruyorduk. Korsan gelip para dolu bir zarfı elime tutuşturdu.  

“Benim takımıma gel,” dedi gözlerindeki doyumsuz ışıltıyla. “Bu mahalleyi siktir et, seninle harika işler başarabiliriz. Cebine bu gördüğünden çok daha fazlası girer, mükemmel bir hayat sürersin...”  

 

Haydut huzursuzca yanımda kıpırdandığında sadece gülümsemiştim. Ve Korsan’ın hışımla odadan çıkmasına sebep olan o cümleyi kurdum:  

“Orospu çocuklarıyla çalışmıyorum, teşekkürler. Haydut’la çalışacağım.”  

 

O günden sonra Haydut’la çalışıyorduk. Dövüşmüyordu, mahallede bile kavga etmesine gerek kalmamıştı. Benim için maç ayarlıyor, rakip hakkında önden bilgi topluyor, maçlardan sonra parayı teslim alıyordu.  

 

Hayatındaki şiddet yok olduğunda adapte olmakta biraz zorlanmıştı. Ekranı paramparça olmuş telefonum tesadüfen onun yanında çaldığında ve Beethoven’in 9. Senfoni’sini duyduğunda hayat onun için bir anda değişmişti. Müziğin tamamını tek seferde dinlemiş ve o, birlikte yaşadığımız evimizin salonundaki kanepede yatarken, mutfaktan içeriye giren bana şöyle söylemişti:  

“Bu ses, Tanrı’nın sesi olmalı.”  

 

Onun için, Tanrı’nın sesiydi. Dinlerken zihninin içinde ağlıyor, gülüyor, heyecanlanıyor, dövüşüyor, sevişiyor; ona iyi gelecek her duyguyu 1 saat 5 dakikaya sığdırıyordu. Ayrıca her zaferimizden sonra telefonundan ilahiyi açar, malum dansını yapardı.  

 

Tüm bu kurduğumuz düzen için mutluyum, hayata olan öfkemi dövüşerek kusuyor, karşılığında para kazanıyorum. Sirk hayvanı olmakta, ucube olmakta sorun görmüyorum. Haydut gereğinden fazla dövüşmeme kızıyor olsa da, öldürme fikrine böyle çabuk alışmış olmama üzülüyor olsa da biz bir şekilde anlaşıyoruz. Mahallede dövüşmüyorum, sadece para için dövüşüyor, zorunda kalmadıkça kimseyi öldürmüyorum böylece Haydut durumu daha kolay kabulleniyor.  

 

Odanın kapısı açılınca yayıldığım yerde toparlanıyorum, Haydut içeri giriyor. Yüzündeki mutlu ifadeyi görünce merakla bakıyorum. Garip dans hareketlerini yapıyor.  

“Bu hafta başka dövüş yok,” diyor. “Korsan bir haftalık tatile gidiyormuş. O yoksa dövüş de yok. Ehe!”  

 

Mutluluğuna normalde sinirlenecek olsam da her şeyi yeniden hatırlamış olmanın duygusallığıyla gülümsüyorum. Ayağa kalkıp koltuğun kenarındaki montumu alıyorum, acele bir şekilde üstüme geçirip Haydut’a doğru adımlıyorum. Zarfı eline verdiğimde alıyor ve montunun iç cebine koyuyor, kolumu omzuna atıp onu odadan çıkarıyorum.  

 

 

Benimle hevesli bir şekilde yürürken aşağıdan yüzüme baktığını görüyorum.  

“Bana bak,” diyorum gülerken. “Biz de tatile gidelim. Bok gibi para kazandık, şöyle krallar gibi bir tatil yapalım.” Kaşları hevesle kalkıyor. Kafeden çıkıyoruz. Eve doğru yürüyoruz.  

 

“Siktir, cidden mi?”  

“Evet, neden olmasın? Sekiz senedir kenara koyduğumuz parayla sekiz ay tatil yaparız. Sadece nereye gideceğimize karar vermemiz gerekiyor.”  

“Sivrisinek ve Balta’ya söyleyecek miyiz?”  

“Söyleyelim mi?”  

“Boş ver, abi kardeş gidelim! İkisi sonunda ne yaptığımızı öğrenip zaten peşimize gelirler. Biraz sinirleri bozulsun!”  

 

Gülüyoruz. Bir yandan dans ediyor, zihninin içinde 9. Senfoni’nin çaldığını biliyorum. Dışarıdan bakıldığında neye benziyoruz?  

 

Sirk hayvanı?  

Ucube?  

 

Ya da başka bir şey. Umursamıyorum. Ben, kendini bulmuş Piç Kurusu’yum, Haydut ise Piç Kurusu’nun küçük kardeşi. Beethoven bizi müziğiyle kutsuyor, dans ediyor, dövüşüyoruz.  

 

Ha bir de dostlarım, tatile gidiyoruz.