Biz de istedik ağız dolusu küfürler savurmayı

Mahalle köşelerinde nöbet tutmayı

Oysa bilmedik kimi neyden koruduklarını.

Asi ve savurgandık

Yitik ve öksüz.

Kendimize bir çatı bulmuştuk.

Adını da inci çatısı koymuştuk.

Analarımız vardı her birinin elleri çamurlu

Çocukların tenleri kavruk

Dizleri yaralı.

Kendi yaramızı kendimiz sarmıştık annelerden saklı.

Sonra bir gün,

Gün doğurmaya çalışırken güneşi

Mahalleye bir kamyon yanaştı.

En sevdiğim tekli koltuğu taşıdı önce

Sonra diğerlerini ve beyaz eşyaları.

Ardından beyaz sakallı, ince bir adam beni kucakladı.

Elimdeki bilyeler savruldu mahallenin dört bir köşesine.

Ki onlar, abimin keskin bakışları olmadan kazandığım ilk bilyelerdi.

Hala şuramda,

Tam şurası işte.

Avuç içim ve göğüs kafesimin orta yerinde.

Sahi benim göğsümün kafesi var mıydı?

Babam, ben daha el kadar çocukken 'özgürlüğüm' derdi.

'Sen benim özgürlüğümsün.'

Eğer ben özgürlüksem, benim kafesimde olmazdı?

Göğsümde ya da herhangi bir yerde?

Ama o gün...

O kırmızı, mazot kokulu kamyonun,

İnci çatısına ilk gelişinde acımıştı göğüs kafesim.

Hala ardımızdan koşuşunu hiç unutmam

Bizim tozlu çocukların.

Öyle derin,

Öyle tarifsiz bir acı...

Yıllar sonra elimde kırmızı bir valizle döndüm mahalleye.

Ah dedim ah!

Ah şimdi elimde üç tane bilye olacaktı!


Ellerimde bir tutam portakal saçı...

Başımda bir tutam inci çatısı

Sizin çocukluğunuz,

Hiç başınıza yıkıldı mı?