Gri boyası yer yer pasa bürünmüş ranzamın üzerinde uzanıyorken yazıyorum sizlere. Zamanım bol olduğu için kendi kendime bir şeyler anlatacağım. 


Okuyan biri olur diye -kesinlikle olacaktır- kendimi tanıtmak isterim. Ben Ahmet Cımbızıkırık, namıdiğer Mektepli Ahmet. Dert arkadaşlarım güneşin bir türlü girmediği, göğün çok azının görüldüğü küçücük, tahta pencereli hapishaneye girdiğim günden beri bana böyle derler. Onlara göre mektepliden iyisi olmazmış. Hırsızı, gaspçısı, eli kanlısı, üçkâğıtçısı hep böyle der. Ben de şikayetçi değilim zaten. Hikayemle bire bir örtüştüğünden güzel, anlamlı buluyorum Mektepli lakabını.


Tanışma faslını az buçuk geçtiysek neden buraya, hapishaneye düştüğümü kısaca izah etmekle devam edelim. Evet, efendim. Lakabımızın hakkını verip gece gündüz ders kitaplarını kurcalamakla uğraşan ben, mezun olmaya yakın ha bire alttan alıp durduğum ve buna, nedense hiç sıkılmadan devam ettiğim için bir gün ders çıkışı üniversite hocalarımızdan biriyle (isim veremiyorum lütfen bağışlayın beni) hararetli bir tartışmanın içinde buldum kendimi. Ee, aynı dersten senelerce kalınca ve sebebinin ders notları olmadığını düşünmeye başlayınca durum istemeden - belki de isteyerek- yaşanmış oldu. Bu Üniversitehocalarımızdanbiri, son zamanlar pek asabi, stresliydi. Bir şey soracak olsak pişmanlığımızla kalıyorduk. Bir derdi vardı ama neydi bilmiyorduk. Belki sarışın karısı, belki komşunun biri ya da ne bileyim işte ülke şartları... Her şey olabilir. Konuşkan biri olmadığından gergin oluşunun nedenini bir türlü anlayamadık. Umurumuzda değil diyemiyoruz çünkü adamın kahrolası gerginliği notlarımıza yansıyordu. Dayanamadım ben de. Zaten emin olun, hiçbir şeye dayanamam. Ne aşka ne saygısızlığa ne de cahilliğe asla dayanamam, bitirir beni. İşte kriterlerimden biri olan saygısızlığa uğrayınca bir gün ders çıkışı Üniversitehocalarımızdanbiri’ni çekip konuştum. Çekmedim tabii, rica ettim. Uzun uzun derdimi, onun benimle olan derdini, varsa sebebini öğrenmeye çalışırken birden kalın bıyıklarının altındaki dudakları açıldı, burun kanatları büyümeye başladı. (O gün Üniversitehocalarımızdanbiri’nin bu kadar büyük burna sahip olduğunu fark etmemiştim.) Bağırdı, çağırdı, yorulunca sustu. İlk başta şaşırdım. Kendi kendime ne oluyoruz be, dedim. Ben de gençliğimin öz güveniyle -aptal gençliğim işte- ağır sıklet boks maçının son raundunun son saniyesiymiş gibi tüm gücümü toplayıp az önce dikkatimi çeken hocanın koca burnuna sağlam bir yumruk indirdim. Ne yumruktu ama! Ellerim acıyor ama nasıl! Hoca da yerde tabii. Etrafıma baktım. Sakince solumaya çalışırken sanki boks maçını kazanmışım da tüm herkes ringin içine atlayıp üstüme doğru tebriğe geliyor gibiydi. Hatta bir ara aynı dertten muzdarip sınıf arkadaşlarım beni omuzlarına alacak diye de düşündüm. Yanıldığımı da hemencecik Üniversitehocalarındanbiri’nin etrafında toplanan kalabalığa bakınca anladım. Yerde epey kan birikmişti. Önce şaştım. Ne yani, o kuru adamın koca burnundan bu kadar kan çıkabilir miydi? Çıkabilirdi ama bir daha bakınca şaşkınlık içinde anladım. Üniversitehocalarımızdanbiri’nin baş arkasını tutuyorlardı. Şaşkınlıktan gözlerim iki katına çıkmamışsa ben de bir şey bilmiyorum. Eyvah, dedim. Sadece eyvah mı? Salak, aptal, anam, babam, gençliğim... Gençliğim? Eğer öldüyse dedim, yaşaması için yeniden dirilmesi gerekirdi, gençliğim gitti! 


Gözlerimi açtığımda kendimi duvarları iki renge bölünmüş revir gibi bir yerde buldum. En son hatırladığım birilerinin yüzüme tükürükler saçarak bağırıp bir şeyler söylemeye çalıştığıydı. Sonrası karanlık derler ya, o misal. Bayılmışım. Toparlanıp hastane işlemlerim bittikten sonra kolluk kuvvetleri sanki kaçacakmışım gibi -aklımdan geçmedi değil- ayağa kalkar kalkmaz hızlıca mahkemeye, duruşma salona götürdüler. Savcı konuştu, ben dinledim; avukat konuştu, yine dinledim; sonra hakim kalktı ayağa, verdi kararını, yine dinledim. Oradan da hop hapishaneye... Kasten öldürmeden müebbet... Sonrası zifiri karanlık. 


Sonrasını merak ediyorsanız vazgeçin bu sevdadan. Anlatmak içimden gelmiyor o zor günleri. Şimdi ise alıştım buraya. Şaka değil. Hoş gelen bazı tarafları var. İnkar edemem. Mesela bir gün çıkacağıma olan inancımdan dolayı kaldığım derse sürekli çalışıyorum. Üniversitehocalarımızdanbiri sayesinde hem de. Rahmetliye epey tav olduğum buradan da belli değil mi? Ayrıca burada, küçücük pencere dışında bir manzaranız olmayınca özgürlüğün kıymeti değerleniyor, her şeyiniz oluveriyor. Bu yüzden dört duvar arasına yaşam sıkıştıran, buraya düşen en zalim suçlu bile pencere demirliğine konan bir güvercinin kanatları altına sığınmayı diler. Umut ne güçlü bir olgudur şaşırıp kalırsınız valla. Zira umut olmadı mı ölüden pek farkın kalmaz, çürürsün. 


Anlat anlat bitmez de biz yine pek zamanınızı almadan bitirelim. Sözlerimi de geçen gün izlettikleri filmde geçen replikle tamamlamak istiyorum. Umarım bana acımamışsınızdır. Allah hakkı için üzülürüm. 


Ben Ahmet Cımbızıkırık, namıdiğer Mektepli Ahmet. Selametle efendim. Beni anmanız dileğiyle...


“Sen yıldızları görüyor musun İnci? Bizim göğümüzün bir tek gündüzü var, senin göğünde akşam oluyor mu?"


Metris Cezaevi/2005



Son