Gizon köyünde yine sıradan bir sabahtı. Köylüler rutin işlerine başlamış, kimisi odun kırıyor, kimisi tarlada mahsulleri ile ilgileniyor, kimisi ise tavernada birasını yuvarlıyordu. Kavurucu sıcak işleri yavaşlatıyor, köy halkı su içmek için kuyunun etrafını dolduruyordu. Son yıllardaki kuraklıkköy nüfusunun azalmasına yol açmasına rağmen Moragon'un en kalabalık köylerinden biri olan Gizon, bir o kadar da fakir bir köydü. Zenginliği ile ünlü olan Moragon Kraliyet Ailesi uzun yıllar içinden çıkamadığı savaşların sonucunda kazanan taraf olmuş ama topraklarının içindeki köyleri de ihmal etmişti. Fakirleşen köyler göç vermiş ve unutulmaya yüz tutmuştu. Bu köylerden biri olan Gizon'da, Aaron adında bir genç yaşamaktaydı. Yirmi bir yaşında, köyün en genç mensuplarından biriydi Aaron. Annesini kendi doğumunda kaybetmiş, on yedi yaşındayken babasının ölümüyle iyice içine kapanık biri olmuştu.

O zamandan beri tek başına yaşayan Aaron, insanlardan pek hoşlanmaz, onlarla zorunda olmadıkça konuşmazdı. Yaşına göre oldukça çevik ve çalışkandı ama daha genç yaşında saçlarına ak düşmesi onu daha büyük gösteriyordu.

Her zamanki gibi sakin bir sabaha uyanan Aaron, -onun sabahı köylüler için öğlen demek oluyordu- köyün iki kilometre aşağısında bulunan şelaleye banyo yapmak için yola çıktı. Kavurucu sıcakta kendini serin sulara bıraktı ve keyfini çıkardı.

Köye geldiği sırada güneş etkisini kaybetmeye başlamış, yerini serin bir havaya bırakmıştı ama köy bıraktığı gibi değildi. Köy halkı meydana toplanmış, uzaklardan silüet olarak köye doğru gelen bir at arabasını karşılamak için birbirlerini ezerek ön sıralardan yer kapmaya çalışıyorlardı. Aaron umursamaz tavırlarla evinin yolunu tutsa da, merakına yenik düşüp kalabalığa yaklaştı. Aralarına daldı ve en önde yer almak için çabaladı. İnsanlar birbirlerine sövüyor, kavga ediyordu. Aaron aralarından sıyrılıp öne doğru bir adım attı ve kalabalığın çıkardığı toz bulutunu atlatıp temiz havayı ciğerlerine doldurdu. At arabasının önündeki üç boynuzlu ejderha simgesi göze çapıyordu. Bu demek oluyordu ki kraliyet ailesinden biri veya birileri köye doğru geliyordu. Arabanın önünde ve arkasında at süren şövalyeler gözden kaçmıyordu. Zırhları güneşle beraber göz alıcı bir şekilde parlıyordu. Atların çektiği araba, Aaron'ın on adım kadar önünde durdu. Herkes merak içinde içinden kimin çıkacağını tartışıyordu. Şövalyeler atlarından indi, tiksinen bakışlarla köy halkını süzdüler ve inecek kişiye yer açmak için köylüleri arabadan uzaklaştırmaya başladılar. Köylüler daha da meraklanmış, en öne geçmek için tekrardan birbirleriyle itişmeye başlamışlardı. O sırada gürültülü bir ses duyuldu. Bu, kraliyet ailesinin borusuydu. İnsanlar kavga etmeyi bir anda bıraktılar ve dikkat kesildiler. Tül açıldı ve içinden ağır adımlarla sapsarı omuzlarına düşen saçlarıyla bir kadın çıktı.

Aaron, gördüğü kadın karşısında adeta şaşkına dönmüştü. Omuzlarına kadar inen sapsarı saçlar ve deniz mavisi gözler... Hafızası Aaron ile dalga geçiyordu resmen. Bu kadını nereden tanıyordu? Kafasının içindeki bu kadın kimdi? Bu kadını hayatı boyunca görmemişti ama sanki yıllardır yanı başında duruyormuş gibi hissediyordu. Bu kadında Aaron'ı çeken bir şeyler vardı.

Kadının kısa saçları rüzgarda adeta dans ediyordu. Aaron'ın çevresinde -köyde- gördüğü bütün kadınlar beline kadar gelen saçları ile dolaşırken bu kadının saçları omuzlarına geliyordu. Peki ya bu kadar farklı olan bu kadın nasıl oluyor da tanıdık geliyordu Aaron'a?

Şövalyelerden biri arabadan bir kalas çıkardı ve kadının önüne koydu. Bir eli ile kadının elini tuttu ve kalasın üzerine çıkması için yardım etti. Sessizlik devam ediyordu. İnsanlar nefeslerini tutmuş, kadının ağzından çıkacak herhangi bir kelimeyi bekliyordu. Hayatım boyunca gördüğüm en güzel kadın, diye düşündü Aaron.

Kadın, etrafa göz gezdirdi ve diğerlerinin aksine tiksinerek değil, mutlu ve parlayan gözlerle baktı köy halkına. Bembeyaz dişleriyle gülümsüyor ve herkesi etkisi altına alıyordu.

Kalabalığın içinden bir ses, "Kimsiniz? Bize ne söylemeye geldiniz?" diye bağırarak kalabalığı iyice sabırsızlandırdı. Sesler yükselmeye başladığı sırada kadın bir elini kaldırdı ve çevredeki herkesi susturdu. Duruşunu düzeltti, elini indirdi ve zarif bir ses ile konuşmaya başladı.

"Gizon köyünün sakinleri! Belki aranızda beni tanıyanlar vardır ama yine de size kendimi takdim etmek istiyorum. Ben, Moragon Kralı Odin'in kızı Gina. Babam, uzun süre devam eden savaşlardan ötürü yorgun düşmüş ve sizi ihmal etmiştir."

Kalabalıktan bu sözleri onaylarcasına bir uğultu yükseldi.

"Bunu telafi etmeyi görev olarak kabul ediyorum. Sizlere yakın zamanda ekmeniz için tohum, eksiklerinizi tamamlamanız için de altın gönderilecektir. Sözlerimi bir yemin olarak kabul edin."

Köy halkı müthiş bir alkış tutturdu. Biraz önce birbirleriyle kavga eden insanlar şimdi ise mutluluktan gözyaşı döküyor ve birbirlerine sarılıyorlardı.

Prenses Gina sözlerine devam etti, "Moragon Krallığı uzun süren savaşlardan galip ayrılmıştır ve elde ettiğimiz ganimetler bize yıllarca hatta yüzyıllarca rahat bir hayat yaşatmaya yetecek kadardır. Yaşasın Moragon!"


"Yaşasın Moragon!" diye bağırdı köy halkı hep bir ağızdan.