Akira Kurosawa Özel Ödülünü almak için San Francisco’da olduğunuza göre, önce Kurosawa’nın filmlerine yakın olup olmadığınızı sormak isterim.


Kiyarüstemi: Hayır. Ama bence belirli bir tarzda film çeken birisi çok farklı tarzlarda yönetmenlerin filmlerinden zevk alabilir. Mesela gerçekten sevdiğim ve izlemekten hoşlandığım filmlerden biri Godfather’dir ve bunu duyan herkes çok şaşırıyor.


Sizin yaptığınız filmlere düşünürsek nasıl böyle filmlerden zevk alabilirsiniz?


Kiyarüstemi: Güzelliği burada.


Yerli sinemadan konuşmak doğru mu ya da sinema o kadar küresel oldu ki artık böyle etiketleri kabul etmiyor.


Kiyarüstemi: Her filmin özel bir kimliği ve karakteri var. Filmler insan ve insanlık hakkında konuşur. Dünyanın bütün milletlerinin görünümü, dini ve yaşam tarzı farklı olmasına rağmen ortak bir şeyi var: o da hepimizin içinde olan şeyler. Eğer farklı insanların röntgen filmini çekersek dilini, tarihini ve ırkını o filme bakarak anlayamayız. Hepimizin kanı vücutta aynı şekilde akar, sinir sistemimiz ve gözlerimiz aynı şekilde çalışır, hepimiz aynı şekilde güler ve ağlarız, acıyı aynı şekilde hissederiz. Ağzımızdaki dişler hangi ırka ve geçmişe sahip olursanız olun aynı şekilde ağrır. Sinemayı ve konularını ayırmak istiyorsak, doğru yol acı ve mutluluk hakkında konuşmaktır. Bunlar tüm ülkelerde ortaktır.


Filmlerinizin çoğu izleyiciye karakterler veya hikâye hakkında tam bilgi vermiyor; bunun nedenlerinden birinin izleyicinin yaratım sürecinin bir parçası olduğunu söylüyorsunuz. Verilen bilgileri anlamak bize bağlıdır ve her birimizin kendi algısı olacaktır. Her insanın kendi filmini anlaması fikri, ortak insanlığımız nedeniyle aslında bir olduğumuz inancına nasıl örtüşüyor?


Kiyarüstemi: Zor bir soru. İnsanlar farklı görüşlere sahip ve ben bütün izleyicilerin benim filmlerimle aynı anlayışa sahip olmalarını istemiyorum, bulmaca gibi tek cevap istemiyorum. Cevap eğer yanlışsa, benim istediğim sinema tarzına göre yine de doğrudur ve asıl değeriyle uygundur. Ben filmlerimde boş ufukları sadece insanlar onları doldursun diye koymuyorum, bu işi insanlar kendi fikir tarzları ile ve istedikleri şeylerle doldursunlar diye yapıyorum. Bence başka sanatların (resim yapmak, heykeltıraşlık, müzik ve şiir) kabul gören soyut anlatımına sinemayı da dâhil edebiliriz. Sinema yedinci sanattır ve en mükemmeli olmalı. Çünkü başka sanatların birleşimi sinemada mevcut ama bu günlerde sanat olması gereken şey sadece bir hikâye anlatmak olmuş.


Bazı yönetmenler de bu sözlerinizi söylemiş ve hikâyesiz filmleri yapmışlar. Gerçekten soyut olan ve sadece yapıya, renge ve harekete sahip olan ve bir anlatı iletecek imgelerden yoksun filmler… Bu hareket sizce enteresan mı?


Kiyarüstemi: Her filmin bir türlü hikâyesi olmalı ama önemli olan bu hikâyenin nasıl anlatıldığıdır. Bence şiirsel olmalı ve ona farklı açılardan bakmak mümkün olmalı. Bazı filmleri izledim, bana hiç çekici gelmediler veya onları izlerken pek mantıklı görünmediler ama içinde bazı yerler vardı ki bana bir pencere açtı ve benim yaratıcı yanımı alevlendirdi. Çok defa bir filmin yarısına geldiğimde izlemekten vazgeçtim çünkü filmin sonunu o anda izlemiş gibi hissettim. O film benim için tamamlanmıştı ve eğer izlemeye devam etseydim bu his bozulurdu. Çünkü film bana hala anlatmayı çalışıyordu ve beni kimin iyi kimin kötü olduğunu ve başlarına ne geleceğini düşünmeye mecbur bırakıyordu. Bir filmi kendi tarzımla bitirmeyi tercih ediyorum.


Sözleriniz çoğu romancılardan çok şairlerin nasıl çalıştığının bir açıklaması gibi, bu ilginç. Son filminiz “Rüzgâr Bizi Götürecek”te metnin başlığı ve bölümleri açısından Füruğ Ferruhzad’ın bir şiirine atıfta bulunuyor, daha çok bu yönde mi hareket etmeye çalışıyorsunuz? Sinemanın roman gibi olması yerine, şiir gibi bir sinema mı?


Kiyarüstemi: Evet bence daha dayanıklı bir sinema sadece hikâye anlatan bir sinema yerine, şairane bir sinemadır. Eğer evde sahip olduğum kütüphaneye bakarsanız romanlarım ve öykü kitaplarım yeni görünüyorlar çünkü onları okuyorum sonra bir kenara koyuyorum ama şiir kitaplarım paramparçadır çünkü sık sık okumuşumdur. Şiir her zaman insandan kaçar, onu anlamak çok zordur. Her okuduğunda ruh haline göre başka şeyler anlayabilirsin, hâlbuki bir romanı okurken sadece onu anlarsınız. Bazı hikâyeler şairane bir üsluba sahiptir ve romanlara benzeyen şiirler de vardır. Okulda zorla ezberlediğimiz şiirler bu şekildeydi, ipekböceği ve örümcek arasındaki diyaloglar gibi, bize gerçekten şiiri öğretmeye çalışmıyordu. Belki bu yol ile bizi yetiştirmeye çalışıyorlardı.


Film ve şiir arasındaki farklardan biri, çoğu insanın bir filmi bir ya da iki kez izleyince onu anlayabileceğini düşünüyor olması. Filmleri birkaç kez izlemeye alışık olmayan izleyicinin şiirsel sinema ile iletişim kurması zor değil mi? Siz insanlardan her filminizi birkaç kere izlemelerini mi bekliyorsunuz ve umutlu musunuz?


Kiyarüstemi: Eğer herkese benim filmlerimi bir kereden fazla izlemeli dersem bencillik yapmış olurum, kendi filmlerimi pazarlıyor gibi olurum. Neden bu şekilde film yaptığımı tam olarak ben de bilmiyorum, tek bildiğim şu ki bir şekilde film çekiyorum. Bir film çekerken sonuçlarını ve sonunu düşünmem ya da insanlar bu filmi kaç kere izlemeliler veya tepkileri nasıl olmalıdır, bunları da düşünmem. Sadece filmimi yaparım ve sonuçlarıyla yüzleşirim. Bazı sonuçlar istediğim gibi olmayabilir ama bir şeyden eminim ki çoğu seyirci sinemadan çıkarken tatmin olmamış olsa da benim filmimi unutamıyor. Biliyorum ki onlar akşam yemeğinde film hakkında konuşacaklar. Filmleri izledikten sonra izleyicilerin biraz huzursuz olmasını ve filmde bir şeyler bulmaya çalışmasını istiyorum.


Siz inandığınız ilke ve fikirlere dayanan bir yönetmensiniz ki seyircilerinize, meydan okuyan sinemaya nasıl değer vereceğini öğretiyorsunuz sanki. Yönettiğiniz her filmle sizin eserlerinizle ilişkili kurmayı öğreniyoruz.


Kiyarüstemi: Benim düşünceme göre sinemanın bugünkü imkânları yirmi yıl önce yoktu. İnsanlar yavaş yavaş izledikleri filmlerden bıkıp farklı bir şeyi izlemek istiyor. Elbette İran’da böyle şiirsel filmler sadece bir sinema salonunda gösterilmişti ve Amerika’da iki sinema salonunda. Ama ben razıyım. Çoğu insan basitliğin peşinde; heyecanlanmak, ağlamak ve gülmek istiyor. Onlardan şiirsel sinema için büyük bir heves duymalarını bekleyemiyoruz. Yaptığım işleri söyleyeceğim eserlerle kıyaslamak istemem ama eğer Kandinsky‘nin, Braque ya da Picasso‘nun resimlerini bir parkta açık artırmaya çıkarsaydınız ve her birinin fiyatı 100 dolar olsaydı kaç kişi alırdı? Gerçekten sanat olan bir eserle eğlenmek için hazırlanmış eseri karşılaştırırken gerçekçi olmalıyız. Genel halk kitlesi, hiç anlamadığı, içinde ne geçtiğini ve demek istediğini bilmediği bir görüntü için para harcamaz.


Ben bazen bu meselenin kökünün insanların zihnini kapatan eserler olduğunu düşünüyorum. Okulda ezberlediğimiz şiirler gibi ki onlar istediğimiz tüm cevapları ve fikirleri bizim avcumuza bıraktılar. Ve insanların zihnini açan ve düşünmeye sevk eden eserlere karşılar.


Kiyarüstemi: Katılıyorum şiirsel bir film yapboz gibidir ki bütün parçaları temel olarak birbirine uymaz ve onları istediğiniz şekilde düzenleyebilirsiniz. Alışılmışın aksine sonunda net bir sonuç almayacaksınız ve elbette kimse sizi tavsiye de etmeyecek.


 “Rüzgâr bizi götürecek” filmine dönelim, benim için ilginç olan konulardan biri yeryüzünde var olan fiziksel ve maddi şeyler ile fiziksel olarak anlaşılmayan şey arasındaki önemli gerilim veya bağlantıydı. Bu bir kaç seviyede yapılabilir ancak birini seçmek istiyorsak köydeki insanlar arasında yüz yüze iletişime işaret edebiliriz. Öte yandan, mobil (telefonla yapılan) sohbetlerde sanki insanların sözlerini rüzgâr taşıyor. Soyut ya da alakasız şeylerin fiziksel yaşamlarımızın sınırlarıyla madden nasıl ilgili olduğu, ölümlü olduğumuz gerçeği ile düşünürsek filmlerinizde maddi ve manevi şeyleri arasında çatışma var mı?


Kiyarüstemi: Dürüst olmam gerekiyorsa filmi henüz izlemedim, bir yıl boyunca teknisyen gibi filme çok yakından bakmış olsam da filmi izlemediğim için yorum yapamıyorum. Ama izlemiş olanlar bana bu filmin insan ruhu hakkında olduğunu söylediler, giden insanların hakkında ve artık yok olanlar... Mesela hendek kazan yaşlı adam ya da ölmekte olan yaşlı bir kadın. Onların hayatını görmüyoruz, dediğiniz gibi, filmin bir fiziksel yanı var ama aynı zamanda manevi yönü de var. Bazı karakterleri görmediğimiz halde hissediyoruz ve bununla “var olmadan olmayı” (var olmayanın mümkün olduğunu) anlayabiliyoruz. Filmin ana teması bu.


“Var olmadan olmak” bunu biraz anlatır mısınız?


Kiyarüstemi: Bu tür bir filmde izleyiciler olarak kendi deneyimlerimize göre “göremediğimiz, görünmeyen” şeyler yaratabiliriz. Filmde on iki görünmez karakter var ve filmin sonunda onları hiç görmediğimizi öğreniriz ama onların kim ve nasıl olduğunu hissederiz. Ben “göstermeden gösteren” bir sinemayı yaratmak istiyorum. Bu, gündelik popüler film tarzından farklı çünkü popüler filmler hayal kurma fırsatını izleyicilerden alıyorlar. Benim amacım bu fırsatı izleyicilere vermek ki istedikleri gibi hayal gücü ve yaratıcılıkla bir şeyler yapabilsinler.

İçinizde var olan ve haberdar olmadığınız gizli noktaları dürtmeye çalışıyorum. Farsçada dikkatli izleyen kişi için kullanılan bir deyim var: “İki gözüm vardı iki tane de borç aldım.” Benim anlatmak istediğim bu borç alınmış iki gözdür. Seyirci o gözleri, sahnede bulunmayan ne var ne yoksa görebilsin diye borç alır.


Aynı düşünceyle hareket eden başka yönetmenler tanıyor musunuz?


Kiyarüstemi: Hou Hsiao-Hsien bunlardan biridir. Tarkovsky‘nin eserleri beni tamamen maddi yaşamdan koparır ve izlediğim en soyut filmlerdir. Fellini’nin bazı filmlerinde yaptığını, yanı fantastik yaşamı filme katmayı Tarkovsky de yapar. Thea Angelopoulos’un filmlerinin belirli yerlerinde bu tür bir manevi doku bulunur. Genel olarak filmler ve sanat bizi günlük yaşamdan uzaklaştırmalı. Bizi başka dünyaya taşımalı, bu geçişin çıkış noktası günlük yaşam olsa bile. Bize huzur veren bir şey budur, hikâyeler anlatan Şehrazat’ın zamanı artık geçti.

Kirazın Tadı filminde ana karakter, genel olarak maddi ve fiziksel şeylerden kaçmak istiyor gibi görünüyor. Sıradan bir yönetmen de kesinlikle psikolojik film çekebilir ama filmi böyle olmazdı sanıyorum. Çünkü bu filmin sonunda bile, bu adamın nasıl düşündüğünü filmin başlangıcından daha iyi anlamış olmuyoruz. Bu film, fiziksel olanın ötesine geçmek için her şeyi kapsayan arzuyu göstermek isteyen bir film gibi görünüyor. Maddi ve manevi şeyler arasındaki gerilim burada da mevcut.


Kiyarüstemi: Farklı izleyicilerin bu film hakkında farklı görüşleri vardır. İslam’da intihar etmek elbette yasaktır ve bundan söz edilmemektedir. Ancak bazı dindar insanlar filmi sevdiler, çünkü söylediğiniz gibi, daha cennetsel bir şeyle, fiziksel yaşamın üzerindeki bir şeyle bağlantı kurma arayışı gösterdiğini hissettiler. Sonunda kiraz çiçekleri ve güzel şeyler gördüğünüz sahnede şu mesaj var: Cennetin kapısını açtı. Yaptığı cehennem gibi bir şey değildi, cennetsel bir geçişti.


Kirazın Tadı filmi İran’da mevzusu yüzünden mi sansüre uğradı?


Kiyarüstemi: Film hakkında bir tartışma vardı, ancak yetkililerle konuştuktan sonra, bunun intihar hakkında bir film olmadığı gerçeğini kabul ettiler, istediğimiz zaman bitirmek hayattaki seçimimizle ilgili. İstediğimiz zaman açabileceğimiz bir kapımız var, ama kalmayı seçiyoruz ve bu seçeneğe sahip olduğumuz gerçeği, bence Tanrı’nın nezaketi. Tanrı naziktir çünkü bize bu seçimi verdi. Bu açıklamadan memnun oldular. Rumen bir filozofa ait bir cümle bana çok yardımcı oldu: “İntihar fikri olmasaydı kendimi çoktan öldürmüş olurdum.” Film, yaşam seçeneğimiz ve nasıl yaşamak istediğimizle ilgili. Biz hayata mecbur bırakılmadık. Filmin ana teması bu.


Bir soru daha. Senaryoya bağlı kalarak değil, belki de birkaç sayfalık bir taslaktan ve son dakikada oyunculuk ve diyaloğun çoğunu oluşturmanızla tanınıyorsunuz. Bu şekilde çalışmanın avantajı nedir?


Kiyarüstemi: Yerinde diyalog oluşturmak gerekliydi çünkü profesyonel aktör olmayan insanlarla çalışabilmemin tek yolu bu ve filmlerimde gördüğünüz sahnelerden bazıları beni ve diğerlerini şaşırttı. Aktörlere diyalog vermiyorum, ancak sahneyi onlara açıkladıktan sonra hayal edebileceğimin ötesinde konuşmaya başlıyorlar. Bu bir döngü gibidir ve nerede başladığını ve bittiğini bilmiyorum: Onlara ne söyleyeceklerini öğretip öğretmediğimi bilmiyorum ya da bana onlardan ne alacağımı mı öğretiyorlar?


Bu röportaj 2000 yılında Film Comment dergisinde yayınlanmıştır.


Röportaj: Adige Batur / Samira Sheykhi


Röportaj kaynağı: http://www.fakirane.org/?p=4433