Yağmuru dinliyorum basit bir binaya açılan

penceremden. Akıyor yağmur çatılardan, sokak lambalarından, adını bilmediğim bir ağaçtan

ve içinde boynunda nasıl bir film şeridinin

asılı olduğunu bilmediğim insanların yaşadığı pencere kenarlarından. Denizi görebilseydim, ardında bırakmasaydı da ah şu devrik göğümü delen bina! Evet, görebilseydim de içimde kanayan antikaları dökebilseydim acı geçmişlerin saklandığı hurdalığa... Yağmurun sesini dinliyorum. Ve dinledikçe bir kedi atılıyor pencereden, bir adam atılıyor ve bir de beyaz beyaz sesler. Huzur verirdi ya hani yağmur. Gözlerim kıpkırmızı oluyor; bu yağmur nereden yağıyor diye bakınca göğe. Gök kırmızı, göz kırmızı, söz kırmızı... Uykusuzluktandır diyorum kendime. Sonra, yağmurun sesi arasından denizin sesini ayırt etmeye çalışıyorum. Denizin sesi olmasa da böyle kandırıyorum kendimi. Kandırıyorum kendimi, aslında başından beri. Saat gecenin 3'ü. Deniz, üzerine lacivert yorganını çekmiş uyuyor olmalıydı. Ah! Şu bendeki deniz aşkı... Yüzmeyi beceremesem de, yüzmeyi bebekliğimde bırakmış olsam da, sudan da, denizkızlarından da korksam da bitmeyecek şu bendeki deniz aşkı... Unutmuşum yağmuru. Ah!