Akşam olmak üzereydi, bir kafeye girdim. Etrafa kısa bir süre göz gezdirdikten sonra köşede bütün kafeyi gören boş masaya doğru yöneldim. Başka boş masalar da vardı ama ben o masaya oturmak istedim. Böylelikle etrafı daha iyi görebilecektim. Nedenini tam olarak kendime açıklayamasam da etrafı gözetlemek, gözlem yapmak gereği duyuyorum. Belki atalarımızdan kalma içgüdüsel bir şeydir, etraftan gelecek tehlikeleri önceden sezme kolaylığı sağladığı için yapıyorumdur bunu.


Masaya oturmamla garsonun içinde yiyecek ve içeceklerin isimlerinin yazılı olduğu, dışarıdan içinde kainatın sırlarının olduğu kitap gibi görünen menüyü bana uzattı. Menüyü alırken gülümseyerek "Menülerin daha sade olduğu günleri hatırlıyorum." dedim. Garsonun suratında acaba söylediğimi anlamadı mı yoksa söylediğim şeyi anlamsız mı bulduğunu, anlamadığım bir ifade oluştu. "Siz karar verince gelirim deyip gitti."


Garson gittikten sonra tepkisine takılı kaldım. Acaba söylediğim şeyi anlamsız mı buldu, yoksa söylediğim şey mi anlamsızdı? Hem "Menülerin daha sade olduğunu günleri hatırlıyorum." ne demekti ki? Sanki sade menüler tarihe karışmış gibi, bir öteki kafede sade menü yokmuş gibi söylediğim için söylediklerimi anladığını ve saçma bulduğuna kanaat getirdim.


Kanaat getirdim, kanaat getirdin, kanaat getirdi. Bir sonucu ulaşmak ya da anladım demek yerine kanaat getirmeyi kullanmak daha havalı gözüküyor nedense. Sanki mühim bir iş başarmışım gibi kanaat getirdim, sen ne getirdin? Ben kanaat götürdüm. Oradan 2 tane kanaat alabilir miyim? Ama yok, kanaat öyle tane işi olamaz. Oradan 2,5 kilo kanaat alabilir miyim lütfen?


Kanaat kelimesine olan fonetik benzerliklerle ilgili esprileri yapmayacağım, size bu kötülüğü yapamam. Kanaat esprilerinin saçma olduğunun da farkındayım, zaten mantıklı olduğu için değil, gülünmesi içindi. Gülünmeyecek kadar saçma olduğunun da farkındayım ama başka bir paralel evrende bu esprilere gülündüğü düşüncesi de hoşuma gitmiyor değil.


Menün sayfalarını çevirirken içimden tekrar ettim. "Menülerin daha sade olduğu günleri hatırlıyorum." Ve neden böyle bir şey söylediğime anlam veremedim. Belki de uzun zamandır kimseyle konuşmadığım için aklıma gelen ilk şeyi söyledim. İyi ama neden bu kadar rahatsızım, kendimi bir suç işlemiş gibi hissediyorum. Menülerin daha sade olduğu günleri hatırlıyorum demek anayasal bir suç mu? Değilse bile hemen anayasal bir suç sayılmalı, bir insan başka bir insan menülerin daha sade olduğu günleri hatırlıyorum dememeli, diyememeli. Bir insan nasıl bu kadar aşağılık, terbiyesiz ve kendini bilmez olabilir? Ne demek menülerin daha sade olduğu günleri hatırlıyorum?


İçim içimi kemiriyor neden bu konuya takıldığımı anlamaya çalışıyorum. Öylece boş boş bakıyorum önümde duran menüye ve sıkılıp kapatıyorum. Derken geri geliyor garson, menüyü kapattığıma göre bir karar verdiğime kanaat getiriyor. (Görünen o ki tek kanaat getiren ben değilim ama olsun ben daha güzel kanaat getiriyorum.) Ve "Kararınızı verdiniz mi?" diye soruyor. Zaman ve mekandan bağımsız bir şekilde neden bir karar verip vermediğim sizin için bu kadar önemli diye geçiyorum içimden. Sonra bir an da neden olduğunu anlayıp evet çay istiyorum diyorum ve açık olsun diye de ekliyorum. Garsonun suratındaki 2 saattir açık çay istemek için mi bakıyorsun menüye bakışını görmeliydiniz. Menülerin daha sade olduğu günleri hatırlıyorum demekten daha büyük bir suç varsa o da uzun bir süre menüye baktıktan sonra açık çay istemek olduğunu o an anladım.


Çayımın gelmesini beklerken gözüm iki masa ötede oturan iki kadına ilişti. Birinin son derece sade ve masum bir görünümü vardı. Diğerin ise sadelikten çok çok uzaktaydı. Yaptığı aşırı makyaj ve giydiği gösterişli kıyafetle ben buradayım diyordu. Kirpiklerindeki rimelle, gözlerindeki mavi farla, yüzündeki turuncu allıkla ve dudağındaki kırmızı rujla; işte bu anayasal bir suç olmalıydı. Bir insan güzelleşmek için ancak bu kadar çirkinleşebilirdi.


Sigortasız çalışan travestilere benzeyen kadının telefonu çaldı, telefonla konuşmak için masadan kalktı. Acaba arkadaşı rahatsız olmaması için mi, yoksa konuştuklarını arkadaşı duymaması için mi kalktı diye düşünürken çayım geldi. Çay istediğim kadar açık değildi. Daha açık çay alabilir miyim diyecektim ama hemen vazgeçtim. Böylesinin benim için daha iyi olacağına kanaat getirdim. (Yine kanaat getirdim, gerçekten çok havalı değil mi yaa?)


Ayrıca ben neden çay istedim? Ben çay sevmem ki. "Karar verdiniz mi?" sorusuna daha karar vermedim diyebilirdim. Neden bir suç işlemiş gibi panikleyerek çay istediğimi söyledim?


Neden beni tanımayan ve muhtemelen bu kafeye gelmediğim sürece hayatım boyunca görmeyeceğim birisinin benim hakkımda ne düşündüğü bu kadar önemsiyorum?


Neden daha ismini bile bilmediğim, sadece giydiği kıyafete ve yaptığı makyaja bakarak birisini yargılıyorum?


İnsanların dış görünüşüyle yargılayacak kadar sığ ve ön yargılı, tanımadığım birisinin benim hakkımda ne düşündüğünü takıntı haline getirecek âciz birisine ne zaman dönüştüm? Belki de hep böyleydim ve ben yeni fark ediyorum. Bütün bunların üstünü yalnızlığımla örtmüştüm. Meğerse ben, her zaman şiddetle eleştirdiğim kişinin ta kendisiymişim.


Neden geldim ki ben bu kafeye, ne işim var benim burada? Bütün bu düşünceler yanlışlıkla istemiş olduğum açık çay mı neden oldu? Belki de gösterişli menüler yüzündendir. Keşke gelmeseydim. Evdeyken en azından yalnızdım ve kendimi dünyanın en aşağılık varlığı gibi hissetmiyordum. Evdeyken yalnızdım, ama şimdi; köyden şehre ünlü olma hayaliyle gelip kötü yola düşen kadının sigara içerken dinlediği şarkı gibiyim; acı, hüzün, ızdırap ve pişmanlık dolu.


Not: "Eleştiri şeklimiz, bizim sahip olduğumuzu düşündüğümüz özellikler başkalarında olmadığı için onları suçlamaktan ibarettir." - Jules Renard


“Kendini beğenmiş çığlık, kendi dolabında gizli iskeletlerin seslerini saklamak için başkalarını yargılar.” -John Mark Green


''Kişi kendinde olmayanı bir başkasında görmezmiş.''