Kar yağdıktan iki gün sonra yola çıktık. Kış, kendini hissettirip duruyordu zaten. Artık iyice kapımıza kadar gelmişti. İlk kar düştükten sonra da biz yayladan ayrılana dek az az da olsa yağmaya devam etti. Aslında daha erken gidebilirdik ama babam anca o güne araba bulabilmişti. Gelen kamyonetin ön tarafına eşyalarımızı yerleştirdik. Kalan boşluğa da hayvanları koyduk ve hepsinin üzerini çadırla örttük. Bu işlemler yapılırken aklımda hep köydeki evimiz ve tabi ki okulumuz vardı. Artık işten kurtulacaktım, hayvanları gütmekten kurtulacaktım. Çünkü onları yapmak istemiyordum. Büyük bir heyecan ve zevkle her şeye yardım etmek için çabalıyordum. İşleri bitirip kamyonetin ön tarafına oturduk. Babam şoför amcanın yanına, annem camın kenarına ben de aralarına sıkışıvermiştim. Kamyon hareket etmeye başlayınca yüzüme istemsizce bir tebessüm yayıldı, yayladan ayrılana kadar da yüzümden kaybolmadı. Mesafe biraz uzaktı. Annemle babamın arasında olduğum için kendimi tamamen güvende hissediyordum. Yollar da Allah için pek düzgün sayılmazdı. Ne de olsa yayla yoluydu, daha çok traktör yolu da derlerdi buralarda. Kamyonetin büyük tekerleri çukurları doldura doldura ilerlerken annemin koluna doğru kaydığımı hissettim. Bir süre gözlerim kapanıyor, başım annemin koluna düşüyordu. Sonra kamyonet bir çukura girince aniden irkilip kocaman açtığım gözlerle hızlıca bir anneme bir babama bakıyordum. Annem gülerek elini yüzümde dolaştırıyordu, babam ise pek oralı olmuyordu. Bu böyle ne kadar sürdü bilmiyorum çünkü yol boyunca saatime bakmayı hiç akıl etmemiştim. Haftalardır pilini beklediğim saati unutmuştum sanki. En son başımın daha yumuşak bir yere düştüğünü hissettim. Uyandığımda fark ettim ki annem göğsüne yaslamış, sıkıca sarmıştı beni. O dakikadan itibaren hiçbir sarsıntıyı, hiçbir çukuru hissetmedim.

           Önce hayvanları ahıra indirdik. Ben kamyonetin arkasına çıktım hemen. Koyunları elimle ittiriyor, onların nasıl anladığını henüz anlayamadığım o seslerle yönlendiriyordum. Kısa sürede babam bütün hayvanları kucaklayıp ahıra doldurdu. Hemen kamyonetin arkasına atlayıp eşyaları taşımaya başladı. Eşya dediysem de çok bir şey yoktu aslında. Bir tane çadır, iki parça sünger, birkaç tane yastık, yorgan, kap kaçak… Her şeyi tastamam ettikten sonra babam kamyoncu amcayı gönderdi. Annem de o sırada eşyaları eve taşıyordu. Ben de yardım ediyordum ama aklım köyün içinden gelen çocukların seslerindeydi. Neredeyse yaylada kimse kalmamıştı, kalanlar da en geç bir iki gün içinde köyde olurlardı. Okulların açılmasına da pek bir şey kalmamıştı zaten. Yakında öğretmenlerin sesleri de köyün havasına karışmaya başlayacaktı. Bunları düşündükçe keyfim katlanıyordu. Evimizin küçük bir avlusu var. Etrafı çok yüksek olmayan dört sıra briketle çevrilmişti. Briketlerin üzerinde geçen kıştan kalan tezek yığınları da iki sıra oluşturuyordu. Hemen ahırın dibinde de bir tezek yığını uzuyordu göğe karşı. Ahır ile evimiz yan yanaydı, hatta evin içinden ahıra bile geçilen bir kapı vardı. Evimiz bir oda bir mutfaktan oluşuyordu. Önden bakıldığında dardı ama arkaya doğru uzuyordu. Evin arkası da zaten köyün tepesine doğru yükselen boz ve engebeli bir araziydi. Herkes bir işin ucundan tutarken ben yavaşça avlunun dışına doğru kayıyordum. Tam dışarı adımımı atıyordum ki babamın yine o bilindik sesi yankılandı ama bu sefer daha çok şaşırtıcıydı:

“Çok geç kalma, ezan okunmadan gel!”

           Bu sözcükleri duyunca heyecandan ne yapacağımı bilemedim. Arkamı mı dönmeliydim, tamam mı demeliydim bilmiyordum. Hareketsizce kaldım bir süre. Sonra hiçbir tepki vermeden koşmaya başladım. Köyün içindeki düzlüğe doğru soğuğa aldırmadan koşuyordum. Yaklaştıkça sesler daha da çoğalıyordu. Yolun kenarındaki ağaçlıkları da geçince hasret kaldığım o kalabalığı görüverdim ve daha da hızlı koşmaya başladım. Kalabalığa yaklaşınca ilk önce Selim’i gördüm, demek bizden önce gelmişlerdi diye düşündüm. Selim beni görünce hemen lafa söze karıştı:

“Servet biz dün geldik!” dedi, yine bilmişliği üzerindeydi.

“Biz de biraz önce geldik ve babam oyun oynamama izin verdi.” dedim, ben de onun gibi yapmaya çalışarak.

           “Hadi gel o zaman!” deyip omzuma kolunu attı ve birlikte yürümeye başladık. Köyün diğer çocukları da toplanmıştı, bizden büyükler de vardı. Kalabalığın ortasına doğru yürürken yukarıdan Emir koşarak geliyordu, elinde de bir tane top vardı. Biz hep birlikte bağırmaya başladık. Herkes, “oleeey, heeey, yaşasın” gibi naralar atıyordu. Hemen iki takıma ayrıldık. Bir takımın başına Ömer ağabey, diğerine de Veli ağabey geçti. Maça başladığımızda kar taneleri de yumuşak yumuşak köyümüzün üzerine dökülüyordu. Kendimizi maçın heyecanına o kadar çok kaptırmıştık ki karın şiddetlendiğinin farkında bile değildik. Belki de farkındaydık ama farkında değilmiş gibi görünmek bizim daha çok hoşumuza gidiyordu. Oynadığımız oyun futbol maçına pek benzemiyordu. İki tane kalabalık bir o yana bir bu yana gelişigüzel hareketler ediyor, anlamsız çabalarla bir sonuca ulaşmaya çalışıyor gibiydi. Kiminin ayağı topu ıskalayarak havaya savruluyor, kimi ise nereye gideceğini bilemeyip olduğu yerde bir ileri bir geri yapıyordu. Top herhangi bir kaleye doğru yaklaştığında sesler birden yükseliyor ve kalecilerin yürekleri ağızlarına geliyordu. Onlar da ne yapacağını bilemeden topun üzerine doğru atlayıveriyordu. Bir süre daha böyle devam ettik. Bu kargaşa iyice içinden çıkılmaz bir hâle doğru gidiyordu artık. Kim aynı takımda kim farklı takımdan onu bile ayırt edemez olmuştuk. Tam bu noktada Emir, topu orta sahada eline aldı. Top onun olduğu için istediği zaman maçı bitirme hakkına da sahip oluyordu tabi. Kimse de ağzını açıp bir şey demedi. Topu aldığı gibi evlerine doğru tekrardan koşmaya başladı. O gözden kaybolana dek hiçbirimiz yerimizden kıpırdamadık. Daha sonra herkes teker teker sağa sola koşmaya başladı. Ben de eve doğru koştum. Eve girdiğimde üzerim bembeyaz olmuştu. Annem sobayı yakmış, babam da yanına minderlerin üzerine uzanmıştı. Birkaç tas yemek koydu annem. Sobanın yanına diz çöküp günlerdir lokma görmemiş gibi yedim.

           O gece nasıl uyuduğumu hatırlamıyorum. Muhtemelen yemekten sonra ben de babam gibi sobanın başında uyuyakaldım. Aklımda kalan şeylerin ise rüya mı gerçek mi olduğunu kestirmeye çalışıyordum dışarıdaki manzarayı izlerken. Sobanın sıcaklığından yüzümün hafiften kızardığını görebiliyordum. Bu sıcak üzerimdeki yorganı biraz aralamamı zorunlu kılıyordu ama tezeğin de pek canı yoktu hemen sönüveriyordu. Üzerimi açtıktan bir süre sonra üşüdüğümü hissetmeye başladım. Ama dediğim gibi hayal mi rüya mı gerçek mi bilmiyorum. Tam o sırada babam geldi. Önce saçımı okşadı, bir öpücük kondurdu. Daha sonra battaniyemi boğazıma kadar çekip iyice örttü. Tekrardan başımı okşayıp yanımdan kalktı. Yaşadığım en güzel anlardan biriydi. İster rüya olsun ister gerçek olsun. İşte bunu düşünürken dışarıya bakıyordum. Sabah bembeyaz bir manzarayla karşılaşacağımı düşünüyordum. Camdan dışarı baktım her yer kendi rengindeydi. Duvarlar gri, yerler kahverengi, otlar sararmaya başlamış yer yer yeşilliklerle doluydu. Annem de sobanın yanına kahvaltı sinisini hazırlıyordu. Babam görünmüyordu, muhtemelen hayvanlara bakıyordu. Yatağımdan doğruldum, saatimi kontrol ettim. Saat yediye geliyordu. Annem bana bakıp içten gülümsemesi ve tüm odayı dolduran sesiyle, “günaydın!” dedi. Ben de ona uykudan yeni uyanmış birinin henüz açılmamış sesiyle karşılık verdim. Babamın ayak seslerinin yaklaştığını duyunca hemen fırladım. Baştan savma bir şekilde yatağımı toplayıp sofranın başına oturdum. Babam içeri girince yemeğe hazır bir şekilde kendisini bekliyordum. Beni orada öylece görünce o da sevindi ama bunu pek belli etmedi. Yine de ben anlamıştım. Çünkü kızmadığı her halinden belliydi. Herkes büyük bir sessizlik içinde yemeğini yiyordu. Yaklaşık on-on beş dakika böylece devam etti. Babam bu sessizliğe daha fazla dayanamadı, bana bakarak konuşmaya başladı:

“Üstünü başını giyin, hayvanları evin arkasına çıkar.” dedi, sesinde yine hiçbir duygu yoktu. Oysa ben daha farklı şeyler duymayı istiyordum. “Okullar açılıyor, eksiklerini alalım” en çok duymak istediğim şeylerdi galiba. Ama yine olmadı. Her zaman duyduğum şeyi duydum. Yine hayvanlar, yine iş, yine güç… Daha on iki yaşımda dünyam sadece birkaç şeyden ibaret kalmıştı. Bundan önceki yıllarda işle güçle bu kadar uğraşmıyordum ama şimdi ortaokula geçtim ya büyüdüm tabi. Yani ailelerin gözünde öyle ama ben daha beşinci sınıfa gideceğim. Dört ile beş arasında ne fark var ki? Bir yılda insan bu kadar büyür mü? Yoksa bu acımasız hayatın, bu acımasız toprakların yazılı olmayan en geçerli kanunu mu? Elimdeki ekmeği sofranın üzerine koydum. Kızmıştım ama onlar farkında mıydı bilmiyordum. Babaya cevap da verilmiyordu neticede, hareketlerimle belli etmeye çalışsam da onu da pek abartmak istemiyordum. Yoksa sadece gittikçe çoğalan bir çınlama sesi duyabilirdim. Hemen üstümü başımı çıkarıp yine hayvanlarımın başına geçtim. Her zaman olduğu gibi önce kızdım, sonra üzüldüm. Önce sövdüm, sonra güldüm. Köye gelişimizin ikinci günü böyle başladı. Başladığı gibi gitmedi. Üçüncü gün dördüncü günü doğurdu, dört beşi, beş altıyı… Bir hafta boyunca her gün sabahtan çıkıp akşama kadar evin arkasında tepeye doğru hayvanları güttüm. Hava git gide soğuyordu ama bir türlü kar yağmıyordu. Her zaman umutla kapıya koşuyordum ama yine yoktu, yine yoktu. Kar, tek kurtarıcımızdı bizim. O düştüğü zaman, hayvanlar ahırlarına hapsolacaktı. İnsanlar evlerinden çıkamayacaklardı ama biz okula gidecektik. Kimi zaman fırtına kopacaktı, kimi zaman soğuktan kulaklarım kopma derecesine gelecekti ama yine de sonunda okula gidecektik. İçeri girdiğimiz zaman öğretmenlerimizin sıcacık gülümsemeleri içimizi ısıtacaktı. Ve beş dakika önce yaşadığımız o fırtınalar bıçak gibi kesilecekti. Hiç yaşanmamış olacaktı.

           Köye gelişimizin yedinci günü sabah yine çıktım tepeye doğru. Sağımdan yaklaşan bir hayvan topluluğu gördüm. Gözlerimi kıstım, elimi alnıma dayayıp siper yaptım. Seçebildiğim kadarıyla Selim geliyordu. Onu yürüyüşünden tanırdım o yüzden yanılma ihtimalim yoktu. Beş dakika sonra burnumun dibine kadar girince yanılmadığıma sevindim. Gülerek karşıladım onu. Yine de çocuk masumluğunu atamıyorduk üzerimizden, daha yaşımız on iki…

“Seni caminin oradan gördüm, geldiğini bildim.”

“Senin gözlerin o kadar uzağı nasıl görsün Servet yalan atma bana!”

“Hem vallaha hem de billaha gördüm diyorum oğlum, neden yalan konuşayım?”

“Tamam, o zaman madem öyle bak şuradaki gelenleri görüyor musun?”

“Evet, görüyorum tabi!”

“Tamam, onu da bil inanayım!”

           Öyle deyince hemen kendimi kanıtlama çabasına girdim. Oturduğum yerden kalktım. Biraz önce yaptığım gibi yaptım ama bu sefer gözlerimi iyice kıstım. Baktım, baktım. Sessizce süzdüm geleni. Bulmuştum kim olduğunu ama hemen söylemedim belki yanılırım diye. Eğer yanlış söylersem bütün çocukların diline düşerdim işin sonunda bunu çok iyi biliyordum. Yere uzandım, ellerimde dürbün varmış gibi iki yuvarlak yapıp gözlerime yaklaştırdım. Selim, bana bakıp gülüyordu. Bir şeyler söylüyordu ama onu hiç duymuyordum. Şimdi her şeyimle karşıdan gelenin kim olduğunu anlamaya çalışıyordum. Bir anda fırladım dizlerimin üzerine oturdum,

“Tamam, buldum!” dedim, kendimden gayet emindim. Devam ettim, “Bak tam da seni gördüğüm yerde.”

“Eeee kimmiş bakalım?” dedi, ağzını yayarak. Bana inanmadığı her halinden belli oluyordu.

“Emir!” dedim, bağırarak. “Beş dakika bekle gelince görürsün.”

           Şimdi ikimizde konuşmuyorduk. Ara ara birbirimize bakıp tekrardan başımızı uzaktaki karaltıya çeviriyorduk. Gittikçe yaklaşıyordu. Bulanık görüntü iyice netleşmeye başladı. Netleşti, netleşti bir insan haline büründü. Yüz metre aşağımızdan bize selam verip başka yöne doğru gitti. Evet, gelen tabii ki de Emir’di. Hemen yüzümü çevirdim. Gülerek bakıyordum, karnımı tutuyordum gülmekten. Selim ise “hı hı hı” diyerek kızgın kızgın bana bakıyordu. Bir süre daha bu neşeli halimiz devam etti. Sonra ikimiz de o anı unuttuk, hiçbir şey olmamış gibi oynamaya, konuşmaya başladık.

           Gün öğleden sonraya dönmüştü. Hava artık iyice soğuyordu. Hayvanlarımızı toparladık, evlere doğru sürüyorduk. Ayrılacağımız noktaya gelmiştik. Selim, iki-üç adım uzaklaştıktan sonra arkasını döndü,

“Yarın pazartesi, okullar açılıyor.” dedi, arkasına bir daha bakmadan yürüdü.

           Ben onu duyunca ne yapacağımı bilemedim. Havanın soğukluğunu, hayvanları her şeyi unuttum. Hayvanlar kafalarını dikmiş bana bakıyordu. Ben ise Selim’in arkasından gülen gözlerle bakakalmıştım. Bir süre daha öyle kalınca birden bağırmaya başladım. Hayvanları önüme katıp hızlıca eve doğru sürdüm. Ama bir türlü eve varamıyordum. Buradan sallana sallana indiğimde bile daha erken gidiyordum. Yani bana öyle geliyordu. Sanki yayladan toplamışım hayvanları köye geliyordum, o kadar uzuyordu yol işte. Eve vardığımda hemen ahıra soktum hayvanları, kapılarını kapatıp daldım kapıdan içeri. Babam yoktu, annem yine mutfakta bir şeyler hazırlamakla meşgul idi ama benim gözüm bir şey görmüyordu. Koştum, anneme arkasından sarıldım. Ben içeri girince bana bakmıştı tabi ama yüz ifadesine hiç dikkat etmemiştim. Şimdi de sanki bir şey varmış gibiydi. Sarılmama rağmen bana pek sıcak değil gibiydi. Ama ben yine de aldırmadım. Sıkıca sarıldım. Heyecanlı olduğumu belli ederek konuşmaya başladım:

“Anneee, yarın okullar açılıyor! Ben artık yokum!” dedim. Sesim çok yüksek, kendinden emin çıkıyordu. Tabi baya da heyecanlıydı. Ama işin garibi annem hiç tepki vermiyordu neredeyse. Baygın bir sesle cevap verdi, omzunun üstünden bana bakarak:

“Biliyorum oğlum.”

           Bu cevabı duyunca sevinmediğini anladım. Hemen sarılmayı bıraktım. Biraz uzaklaştım. Dudağım sarkmaya, titremeye başladı. Annem de bunu fark etmiş olmalı ki o da hemen bana döndü. Yanıma doğru iki adım atıp dizlerinin üzerine çöktü. Şimdi de o bana sıkıca sarılıyordu. Anlamadığım bir şeyler dönüyordu burada ama neydi? Sadece sarılmış duruyorduk. İkimiz de tek kelime etmiyorduk. Bu halimiz babam gelene kadar sürdü. Kapının açıldığını görünce kendiliğinden ayrılıvermiştik. Annem çoktan tezgahın başına geçmişti bile. Babamın elindeki poşetleri görünce hemen eline sarıldım. Onun da ifadesi annemden farklı değildi ama bu sefer şansımı onda denemek istedim. Elinden poşetleri alırken biraz önceki heyecanımla seslendim:

“Baba, yarın okullar açılıyor!”

           Yüzüme bile bakmadı. O annem gibi de yapmadı. Kafasını çevirdi, üstünü başını değiştirmeye başladı. Ne oluyordu anlamıyordum. Bir türlü anlam veremediğim bu olayların nereye bağlanacağını çok merak ediyordum. Elbette bir açıklama yapacaklardı bana. Ben yine de pes etmemeye kararlıydım. Bir kez daha anneme döndüm:

“Anne, bayramda aldığımız pantolonla gömleğim var ya onları giyeyim mi yarın?”

“Giy oğlum.” dedi annem ama yine hemen cevap vermemişti. Dümdüz bir ses tonuyla konuşuyordu. Ama annem asla bana böyle davranmazdı. Nedenini artık öğrenmen gerektiğini düşünüyordum. Sanki babam iç sesimi duymuş gibi pat diye cevap verdi:

“Yarın okul yok!”

“Nasıl yok?” diyebildim büyük şaşkınlıkla. “Selim’le konuştuk, o söyledi.” Şaşkınlığım giderek artıyordu. “Baba ya sen de bir şey bilmiyorsun ha!” dedim en son. Şaşkınlığımı gülmeye çevirmiştim, gülüyordum.

“Yok, dedim duymadın mı?” diye bağırdı birden babam. Onu ilk defa böyle görüyordum. Tamam, genelde bana kızardı. Yüzüme de pek gülmezdi ama böyle de çok bağırmazdı. Hele böylesini hiç görmemiştim. Ne diyeceğimi bilemedim. O sırada annem yardımıma koştu. Benim yerime babama o cevap verdi:

“Bağırma çocuğa, düzgünce anlat madem okul yok.” Bu cevap daha yumuşaktı. Biraz olsun kendime gelebilmiştim. Acaba farkında olamadığım o şey neydi? Galiba şimdi babam söyleyecekti.

“Bundan sonra sana okul yok!” dedi. Anneme dik dik bakarak söylemişti bu sözleri.

Bana hiç bakmıyordu. Önce sağıma soluma baktım. Sonra anneme baktım. Sonra tekrar sağıma soluma… Sanki evde benden başka birisi varmış gibi bakınmaya devam ettim. Birini arıyordum, bu sözlere muhatap olacak birini arıyordum. O ben olamazdım, ben olmamalıydım. Babamın yüzüne bakmaya cesaret edemiyordum. Ki zaten o çoktan dışarı çıkmıştı. Ya beni bu halde görmeye dayanamadı ya da hiç umursamadı bile. Ama ben yine de ilk ihtimalin gerçek olmasını istiyorum. Ortaokula geçmiştim bu sene, ben okuyacaktım. Derslerim de iyiydi, öğretmenlerim de severdi beni. Babam neden böyle bir karar vermişti? Demek annemin geldiğimden beriki hâlinin nedeni belli oldu. Bana söylemeye dili varmamış olmamalı. Muhakkak direnmiştir annem babama karşı. Ama ne yapsın ki o tek başına sonuçta o kadın, karşısındaki de bir erkek. Böyleydi buralar işte. Ne değerin vardı, ne de sözünün kıymeti vardı. Sen sadece iş güç yapmak için dünyaya gelmiş bir makineydin. Muhtemelen annemi konuşturmamıştır bile. Hemen sonra annemin bacaklarına sarıldım. Hıçkırarak ağlamaya başladım. Hem ağlıyor hem de konuşmaya çalışıyordum ama ağzımdan sözcükler bir türlü çıkmıyordu. Boğuk boğuk sözcükler, anlamsız yığınlar oluyordu. Sustum. Annem eğildi, sıkıca sarıldı. Onun kollarından kurtulup kendimi dışarı attım. Etrafta hiç kimse yoktu. Doğruca ahıra koştum. Hayvanların arasına karışıp yere oturdum. Dizlerimi çektim kendime doğru. Ellerimi yüzüme kapatıp ağlamaya devam ettim. Hem ağlıyor hem de sesimin çıkmaması için çaba gösteriyordum. Aklımda hep o cümle dönüyordu. “Bundan sonra sana okul yok!” Arkadaşlarım, öğretmenlerim, okulumuz hiçbiri gözümün önünden gitmiyordu. Okulda neler yapacaklardı kim bilir ama benim haberim bile olmayacaktı. Gerçi olacaktı haberim. Servet gelecekti, Ozan gelecekti, Emir gelecekti hepsi gelecekti. Okulda yaptıklarını gözlerime soka soka anlatacaklardı. Bana nispet yaparak okula gideceklerdi. Sırtlarına taktıkları çantalarını peşlerinden sürükler gibi götüreceklerdi. Ben ise hepsine arkasından bakacaktım, sadece bakacaktım ve elimden hiçbir şey gelmeyecekti. Ellerimi yüzümden çektim, sanki bütün hayvanlar bana bakıyordu. Ağlamayı kestim, saat kaç olmuştu bilmiyorum. Hayvanlardan dolayı burası da baya sıcaktı, terlediğimi hissettim. Yavaşça kalkıp eve doğru yürüdüm. Kapıdan içeri girer girmez babamın sesi yankılandı yine:

“Çabuk otur sofraya!”

           Adımlarımı hızlandırıp sofranın başına geçtim. Babamdan çekinerek yemeğimi yemeye devam ettim.