Acının tuttuğu ritim kulaklarında gidip geliyorken bunun bir ceza olduğunu yeni yeni anlıyordu. Bir başı yoktu, sadece akıp giden bir zamanın varlığından söz edilebilirdi ve böylesine farklı işleyen zaman içerisinde bildiği tek şey yaşanılan acının altında ezildiğiydi. Kenarları oluştu. Sivri uçlar ve pürüzsüz bir doku meydana geldi. Yabancısıydı bir süreliğine kendine. Çünkü kanarken yaraları insanın, oturup da sahiplenemezdi içinin yangınını. Uzun bir süre gerilmişti, gerilmişti ve birdenbire yayından çıkan ok ortalığı kasıp kavurmuştu. Gözlerine yansıyan yangın içindekinden çok da farklı değildi. Yükselen çığlıklar, bu kızıllık, oraya buraya kaçışlar… Hepsi bildiği, hatta yıllar boyunca göğsünün tam ortasında hissettiğiydi. Geldi, yaşadı, yanmaya başladı. Ama hiç yakmamıştı. Tükenirken tüketildiği hiç aklına gelmemişti. Aklı hep kendindeyken baştan sona olması gerektiği bu diye düşünmüştü. Ama böylesi acımasız bir hali kim yakıştırırdı ki kendine? Kimse acıyı, acının hüznünü alıp da koymazdı göğsünün içine. O vakit geldiği yere dönmeli bu acı diye düşündü. Herkesten bir parça taşıyan acısını herkese hakkıyla vermeyi seçti. Acı gidince kendim olurum sanırken yangından kalan bir parça olmuştu. Bölük pörçük, kapkara bir şey… Zihninde bilmediği önceyi, ruhunda taşıyamazdı şimdiye.


Ne ruh ne beden

O artık acının götürdüğü kaybeden