sen miydin cevher-i ruh

sen miydin içimi titreten dehşet


bir çıldırış basıyor yüzüme

ruhumun rengini kaptırdığım

tutsak bir bahar döngüsünü

dişleyerek gevşetmeye çalışan

yanı sıra büken ağzımdan çıkmadan

sözcüğümün iç kanadını

bir toprak çürüyüşü gibi dimdikken

bir zaman içinde eğrilten varlığımı


senin de bir bağ kopuyor içinde

kirlenmiş gömleğin

toprak ve tuğla kokuyor

bunu sayma diyorsun

kışkırıyor göğsümün

azap çanları

incecik bir mezar kokusu

burnumu gıdıklıyor

tiksiniyorum


içimin sanat salonlarını dolduran

kebir kebir insanlar

hepsi yabancı, hepsi sahte

adın gibi eminim

yakarışlarımla alay eden birinin

yüzüme vuran bu belirsiz ışığın elleri

kalben gereksinim duyulan öpüşlerin

acı doğurganlığı

içimize sakat tahtlar kuran


aynı mevsimin tılsımlarını hıfz ediyoruz

mezar başında

min-el ezel

aynı ruh dansını öğrenmişiz çünkü

içimden silikli bir çizgi, ayetlerle

senin içine uzuyor

yorgunlaşıyor her küslük bilir misin

bitkinleşiyor her öpüş hevesi

yüzülüyor çoğu kez iştahlar

sıkıca tuttuğum kendi kolum sanıyorum

yine senin çıkıyor

bu hiç yüzülmüyor

oyuyor kemiğimi

affedilmemiş vurgusu

kadınlığımın


büyütüldüğüm yerden kopamıyorum

avluda acıyla geziyorum

cam kırıkları üstünde

yine de burdan kopamıyorum

ekildiğim figân bahçesi

beni elleriyle büyüten

kabulleniş cariyelerinin, evet

korkuyla

kimi kez sızıyla

ama iniltisiz, ama ıssız

bu ıssızlıktan kopamıyorum


o gizemli sevinçlerin titriyor senin de

ateşime bin yıllık esaretleri gizleyen

kalabalık şehirlerin iç sıkıntısı

günde üç öğün midene yerleşiyor


bu güçlülük taklidim

nedendir, şüphe ediyor telaşımdan

bir çıldırış püskürüyor yüzüme

suskunluk, uzak bir zamana imreniyor

ilk kez azarlanmış, şımarık bir göğsün

son çırpınışları akıyor yanaklarımdan

toprağın ısrarı yakın bir zamana kıvranıyor

badem çiçekleri çizdiğim sahifeler

ateş önünde rüzgarsız bırakıyor beni

tütüşlerle

kimi kez küllerle

ama pişman, ama kekeme


yalnız bir heves

günahının acı lezzeti

senden içinin meşe gölgesini çalan

nefis bir yanılgı

yalnız bir ömür

kapıyı yüzüne alaycı gülümseten

kapıyı yüzüne itekleyen

sana kalsa

kalabalıkların bile yüzünü düşüren

ellerim, ellerimiz

üstünün yanık kokusu

sana kalsa, tümü

umudumun kalbini deşen küfür bile

hepsi aynı acının çocukları


kulağımda yanıp duran ses

iki kere, ikiye bölüyor sancımı

yabancılaştırmaya çalışıyor

gözlerimi

aceleci bir ölümün acısından


bir ilintim var bu avluyla, kopamıyorum

kopabilsem

belki bu meşeyi bile sırtlanır gelirim

gerçek yerimin sadığı olurum, bilmem

el çakışırız,

neşeyle akan bir şeyler bulunca

sen hüznümün günlük işçisi olmayı bırakır

sevincim için çalışırsın bile belki

acı yayılmaz bir kez olsun

diz kapaklarımdan toprağa, çöküşlerle


istediği kadar bassın

bir çıldırış yüzüme

tepinsin

ne önce, ne sonra

bir acıyı başlangıç kabul etmiyorum

bir çığlığı doğum kabul etmiyorum

acıyı rahmim kabul etmiyorum

açılan, kapanan bir şey kabul etmiyorum

göğsümün mahremini

toprağımı eşeleyen hayvana

ne önce, ne şimdi, ne sonra

ısırgan bir gül gibi saldırmıyorum


dört kişi oturuyoruz bu yangında

ben hepinizi tanıyorum,

beni yalnızca sen

boş mâniler, lâkırdılar doluyor yine ağzın

köpük köpük

aldanacak yaşım çoktan geçmiş

ağlıyorum


bir öpüş direniyor aramızda

celladı oluyorum

hiçbir şey ölmüyor direnmekten çünkü

adın gibi biliyorum

bu yüzden ben öldürüyorum

göm ki sızmasın, ağzımın direnişi

sabahına bir daha


sen olsan bile cevher-i ruh

içimin meşelerini alevlere tutan bu eli

görmeden edemiyorum

körü olamıyorum, kopuşsuz avlumda

köklerime uzanan elin

ağladıkça ağlıyorum

kuruyor gözlerim

meşelerim gibi

alev alev...


en derin iştahın ölümünün rahmi sayıyorum bunu

ipi kopmuş hislerin, kökünü koparan

gün ışıdığı an

geceyi gömen

bir

unutuş şiiri sayıyorum

bu yüzden yüzüme basan çıldırışın

yüzünün peçesini sıyırıp

yürekle bakıyorum ağzına

yanıyorum

meşelerim gibi

alev alev...