“Musti, şuradan 12-14 anahtarı uzatsana.”


“Hemen doktor.”


Musti? Doktor? Anahtar? Ne oluyordu? Normal bir durummuş gibi adama anahtarı uzatmıştı ama buraya nasıl geldiğini hatırlamıyordu. O adama neden doktor demişti? O adam kimdi ki? En önemlisi de Şahin’in içinde ne yapıyordu? Derken adam kafasını Şahin’in camından çıkardı. “Ya Rabbi, bu nasıl bir çirkinlik!” diye geçirdi içinden. Artık kadayıfa dönmüş uzun saçlarını geriye doğru taramıştı bir de. Sanki Einstein olacakmış da bir şeyler yolunda gitmemiş gibiydi.


“İşte bittiii.”


“Ne bitti?”


“Nasıl ne bitti? Aylardır zaman makinesini yapmaya çalışıyoruz ya.”


Daha dün bir doğum gününde çocukları eğlendiren bir palyaçoydu, ne aylardır zaman makinesi yapması? “Abi senin mi kafan güzel, yoksa benimki mi diye sormuyorum bile. Belli ki ikimizinki de güzelmiş. Ama ben kendime geldim. Sen de git bir kahve falan iç istersen. Kendine gelirsin.”


“Lan Musti, ne oldu sana? Bugün büyük gün oğlum. Bugün çektiğimiz tüm çilelerin karşılığını alacağımız gün.”


“Ne çilesi abi? Ben seninle birlikte çile çektiğimizi falan hatırlamıyorum. Sen beni dinle, git kahve mahve bir şeyler iç. Ayılmaya çalış biraz.”


“Hoppalaaa… Oğlum sen heyecandan hafızanı falan mı kaybettin acaba?”


“Ne heyecanı ya, ben gayet sakinim.” derken gözü önlüğün üzerinde yazan isme gitti: Dr. Memet Kahverengi. “Bu arada, ismini de yanlış yazmışlar önlüğe.”


“Ne yanlışı oğlum, doğru işte.”


“Memet yazmışlar abi.”


“Adım Memet ya zaten. Hani babam zaten kimse o aradaki ‘h’yi okumuyor diye Memet koymuştu ismimi. Bugün sende bir şeyler var ama hayırlısı bakalım. Hadi bin arabaya.”


“Neden?”


“Musti! Oğlum, zorlama beni. Zaman makinesini sen deneyecektin ya. Hani aylardır bu an için hazırlanıyorduk. Binsene artık arabaya.”


“Binmem.”


“Nasıl binmem lan! Hani dünyanın en büyük icadını yapıyorduk! Bütün dünya bizim ismimizi konuşacaktı. Hani sen ‘ilk zaman yolcusu’ unvanını almak için seçilmiş kişiydin?”


“Ne seçilmişi abi ya? Beni bugüne kadar mahalle maçlarında bile seçmediler. Hep sona kalan elemandım ben, sayı dengeleyiciydim. Sen kiminle konuştuğunu bilmiyorsun galiba.”


“Gel şuraya. Şu arabaya yaptıklarımıza bir bak. Tüm bunları yapmak ne kadar uğraştırdı bizi, hatırlamıyor musun?”


Arabanın yanına gitti, içine baktı. İçeride çok acayip makineler vardı. Klavyeler, ekranlar, düğmeler… Bunları gerçekten de bir sarhoşun ya da delinin yapması mümkün değildi. “Belki de bunamıştır da beni ortağıyla karıştırıyordur.” diye düşündü. Belki de telefonunu alıp bir yakınını aramak gerekliydi. Ama belki de aramamalıydı. Belki de gerçekten zaman makinesiydi bu ve eline hayatının fırsatı geçmişti. Bir başkasının yerine de olsa seçilmiş kişi olabilirdi. Kafasında iki kelime gittikçe sesli bir hale gelerek yankılanmaya başladı: Seçilmiş kişi… seçilmiş kişi… Seçilmiş kişi… Manavda elma, armudun bile seçildiği bu dünyada bir kez bile seçilmemişti. Merak ediyordu nasıl bir duygu olduğunu. Hem en fazla ne olabilirdi ki? Zaman makinesi gerçek değilse bile ihtiyarı eğlendirmiş olurdu biraz. İhtiyar da ona seçilmiş biriymiş gibi bakardı. Az da olsa yaşardı seçilme duygusunu. Bir anda verdi kararını: “Böyle direkt kapıdan biniyor muyuz?”


“Ha şöyle. Ne yapacağını hatırlıyorsun değil mi? Gerçi sen bu dalgınlıkla onu da unutmuşsundur. Tekrar anlatayım. Önce şu klavyeden gitmek istediğin tarihi yazacağız. Sonra kontağı çevirip çalıştıracaksın Şahin’i ve hızlanacaksın. Ta ki 100 kilometreyi görene kadar. 100’ü gördüğünde de zaman yolculuğun başlayacak.”


“İyi ya, kolaymış.”


“İnşallah başarabilirsin Musti. Şu an sana pek güvenemiyorum. Ama ne yaparsın, başka seçenek yok.”


“Merak etme doktor, güven bana!” dedi. İhtiyarın gözünde o güven dolu sensin bakışını görmek istiyordu.


“Önce şu tarihi bir ayarlayalım. Sen gidiyorsun, sen seç.”


“Yaz abi: 24 Ekim 2500.”


“Oğlum çok oldu lan bu.”


“Korkma, yaz abi sen.”


“Tamam, yazıyorum.”


“Abi ben gelecekte tam olarak nereye gideceğim? Okyanusun ortasına falan ışınlanmayalım bir de. Yüzüyor mu bu?”


“Oğlum konuşmuştuk ya. Şu an neredeysen gelecekte de o noktaya ışınlanacaktın. Hiç mi dinlemedin beni?”


“Tamam tamam. Şimdi hatırladım söylediklerini.” Hatırlamadığını söyleyip böyle bir şeyi riske atamazdı. Yapılacaklar da çok basitti zaten: arabayı çalıştır, gaza bas.


“Haydi bakalım Musti, hakkını helal et.”


“Sen de helal et doktor.” Sarıldı doktora, sanki yıllardır tanıdığı arkadaşıymış gibi. Ona seçilmiş kişi olma fırsatını verdiği için doktora karşı borçlu hissetmeye başlamıştı bile. Arabaya bindi, kapıyı biraz sert kapatınca camın kolu yere düştü. İnceden bir korku geldi içine. Yine de kararlıydı ve çalıştırdı arabayı. Doktor cama vurdu. Yere düşen cam kolunu yerine taktı ve camı açtı.


“Şey demeyi unuttum. Geleceğe gidince ceplerini dışarı çıkar. Oradaki insanlar cepleri dışarıda geziyor olabilir.”


Dediklerine anlam veremedi. Bunamıştır herhalde diye geçiştirdi. “O elindeki su ne doktor?”


“Giderken arkandan dökeceğim.”


“Aman doktor dökerken dikkat et. Makinenin aksamına zarar gelmesin.”


“Yok lan korkma. Gittikten sonra arkandan dökeceğim.”


Camı kapattı. Zaman makinesini icat edip arkasından kovayla su dökmeye kalkan bu acayip bilim adamına güveni sıfırdı. İçinde seçilmiş kişi olabilmenin gazı olmasa o arabada bir dakika bile oturmasına imkan yoktu. Gaza yavaşça yüklendi ve ayağını debriyajdan kaldırdı. Arabadan annnnn diye ses geldi ama hareket etmedi. Gaza bastıkça sadece ses geliyordu arabadan. “Ulan doktor! Hay ben senin yapacağın zaman makinesini…” Aynadan doktora baktı. Garip el kol hareketleri yapıp bağırıyordu. Camı açtı:


Doktor bağırdı: “Lan vitesi taksana!”


Yavaşça sağına döndü. Vitesi takmayı unutmuştu. Tekrardan debriyaja bastı ve vitesi taktı. Artık her şey hazırdı o büyük an için. Ayağıyla gaza yüklendi ve diğer ayağını da çekti debriyajdan. Araba şaha kalktı resmen. Ardı ardına vites arttırıp hızlandı: 70... 80... 90...100. Bir anda her yer bembeyaz oldu. Sanki bulutların arasında uçuyor gibiydi. Sonra beyazlığın içinde küçük küçük siyah noktalar belirmeye başladı. Derken yavaş yavaş karardı her yer, zifiri karanlık oldu. Nefes almak giderek zorlaşıyordu. Karanlığın içinde görebildiği tek şey etrafındaki küçük yıldızlardı. Yıldızlar… E, dünyada değildi. Arabayla uzay boşluğunda süzülüyordu. Oksijen olmadığından nefes de alamıyordu. Gözleri sanki yerinden çıkacak gibiydi. Kalbinin atışını çok net bir şekilde duyabiliyordu. Çaresizlik içinde arabanın camlarını yumruklamaya başladı.


“Mörfi!”


Mörfi? Uzay boşluğunda onu kim çağırabilirdi ki? Hayır, elin uzaylısı lakabını nereden bilecekti?


“Mörfi! Lan, oğlum kalksana lan. Kaldır kafanı şu yastıktan, kendini boğacaksın manyak!”


“Ne oluyor lan!” Açtı gözlerini. Karşısında Fikri’yi görünce önce irkildi, sonra rahatladı. Neyse ki kabustu hepsi. Zaman makinesi, doktor, Şahin hepsi rüyaydı.


“Oğlum sağ ol lan. Uyandırmasan kabus görürken ölecektim.”


“Ne gördün lan rüyanda kendini boğacak kadar?”


“Bir su getir hele de anlatayım.” dedi nefes nefese.


“Git kendin iç. Babanın uşağı mı var burada!”


“Biz burada ölümden dönüyoruz. Can dostumuzun, ev arkadaşımızın yaptığı muameleye bak.” Kalktı sinirle ve söylenerek mutfağa gitti. Tezgahın üzerine baktı. Bir tane bile temiz bardak yoktu. İçlerinden en az kirli olanı seçti yıkamak için. Sonra yıkamaktan vazgeçti. Ağzını damacananın pompasına dayadı ve bastı üstten. Suyla birlikte biraz kendine geldi ve tekrar odaya döndü.


“Ne gördün oğlum rüyanda? Anlatsana.”


“Ya bir manyak vardı, zaman makinesi yapıyordu. Ben de çırağı gibi bir şeyiydim. Bu bitirdi işte makineyi, bindirdi beni de arabaya.”


“Arabaya?”


“Adam Şahin’den bozma zaman makinesi yapmış. 100’ü geçince zamanda yolculuk yapıyormuşsun.”


“Eee...” dedi dalga geçer gibi gülerek.


“İşte bir şekilde ikna edip bindirdi beni arabaya. ‘Hangi tarihe göndereyim?’ diye sordu. Ben de salladım, ‘2500’ dedim. Yazdı makineye. Çalıştırdım arabayı, bastım gaza. 100’ü geçince de her taraf bembeyaz, sis gibi bir şeyle kaplandı. Sonra sis bir dağıldı… Uzay boşluğundayım. Daha doğrusu dünya yerinde yok. Seçe seçe dünya yok olduktan sonrasını seçmişim ışınlanacak tarih olarak.”


Fikri gülmeye başladı. “Bir insan rüyasında bile şanssız olur mu be. Hadi normal hayatı anladık da rüyada zaman makinesiyle dünya yok olduktan sonrasına ışınlanmak nedir be abi.”


“Neyse, boş ver şimdi. Saat iki olmuş, hemen hazırlanıp çıkmam lazım.”


“Hayırdır, nereye? ”


“Bugün Aslı ile konuşacağım. Gideyim de biraz hazırlık yapayım. Şiir falan ezberleyeceğim daha.”


“Vaaay, sonunda konuşacaksın ha. Oğlum madem konuşacaktın niye bunca zaman bekledin?”


“Biliyorsun işte, Aslı benim için çok farklı. Gözlerine baktığım an iki kelimeyi bir araya getiremiyorum ki.”


“Şimdi nasıl konuşacaksın?”


“Yan yana yürürken gözlerine bakmadan konuşacağım. Günlerdir provasını yapıyorum. Şiir de ezberledim sayılır.”


“Vaay, sana bol şans o zaman.”


“Eyvallah. Sen nereye gidiyorsun?”


“Ben de kahveye gidiyorum. Kira günü yaklaşıyor yine, para kazanmam lazım.”


“Oğlum sen de doğru düzgün bir iş bul kendine. Kumarbazlık diye meslek mi olur?”


“Biliyorsun durumumu be abi. Ne elimden bir iş geliyor ne de çalışmayı seven bir insanım. Hem nesi varmış kumarbazlığın? Damlamasa da ara sıra akıyor. Neyse daha fazla oyalama beni. Sonra masalarda yer kalmıyor.”   


“Hadi şeytanın bol olsun.”


“He Mörfi, şey soracaktım sana ya. Bu akşamki Real Madrid maçı ne olur? Sen de bir tahmin yap da ona göre yazayım kupona.”


“Madrid eski Madrid değil be Fikri. Los Galacticos zamanı olsa kesin kazanır derdim de şimdiki takıma güvenmiyorum ben.”


“Tamam, Madrid kesin kazanır diyorum o zaman. Hadi görüşürüz.”


Giderayak dalgasını geçmişti Fikri. Haksız da sayılmazdı aslında. Şu dünyada Real Madrid’i bile küme düşürebilecek bir şanssızlığı vardı. Yalnız Los Galacticos zamanı Real Madrid ne takımdı be. Ronaldolar, Figolar, Zidanelar, Carloslar… O dönem atılan goller aklında dönmeye başlamıştı bile.


...


Güneş bir kez daha saat 17.15'te Mavi İş Hanı'nın kapısından şehre doğuyordu. Mustafa da her zamanki bankına oturmuş güneşin doğuşunu izliyordu hayranlıkla. Kendisi için büyüleyici olan bu anı biraz daha uzatmak istiyordu ama yapması gerekenler vardı. Bu yüzden yerinden kalktı ve Aslı’ya doğru yürümeye başladı hızlı adımlarla. Bir an önce ona yetişmeliydi. Hem yürüyor hem de okuyacağı şiiri son kez aklından geçiriyordu. “İkimiz birden sevinebiliriz göğe bakalım. Şu kaçamak ışıklardan, şeker pancarlarından…” Yok “pancar” değildi sanki orası. Ama neydi? Şekerden önce “şu” var mıydı? Şiirde “pancar” diye bir kelime yoktu sanki.


“Mustafa naber?”


Mustafa? O tatlı ses? “Aslı?” Allah belasını versindi bu saatten sonra şekerin de pancarın da.


“Ne oldu? Neden bu kadar şaşırdın beni gördüğüne?”


“Yok, gördüğüme şaşırdığımdan değil. Biliyorsun, sen hariç herkes Mörfi diyor bana. Uzun süre sonra ismimi duyunca garipsedim biraz.”


“Çok da uzun süre olmadı aslında. Dün iş çıkışı da karşılaşmıştık. Sahi, ne kadar da çok karşılaşıyoruz değil mi?”


“Şans işte.” diyebildi hafif bir gülümsemeyle. Bir an önce konuya girmek istiyordu ama günlerdir ezberlemeye çalıştığı şiir aklından uçmuştu. İki seçeneği vardı: Ya yarını bekleyecekti ya da bir şekilde kendini anlatmaya çalışacaktı. “Aslı!” dedi.


“Efendim?”


“Seninle konuşmam lazım.”


“Konuşalım.”


Konuşmalıydı ama nasıl konuşacağı hakkında bir fikri yoktu. Sadece akşamdan oluşturduğu ufak tefek taktikler vardı aklında. Mesela konuşurken Aslı’ya hiç bakmamalıydı. Bakarsa her şey birbirine girerdi çünkü. Başını Aslı’nın yanında yürüdüğünü bile göremeyecek kadar önüne çevirdi. “Aslı.” dedi. Heyecandan yüzü yanmaya başladı. Kafasının içinde kaynar su vardı sanki. “Sen benim için… Los Galacticos’ sun.”


“Anlamadım?”


“Şöyle anlatayım, 90’ların sonu 2000’lerin başıydı. Juventus’ta Zidane diye bir futbolcu vardı. O kadar estetik bir futbolcuydu ki sırf onu izlemek için maça giden özel seyircileri bile vardı. İnter’de Ronaldo vardı. Hemen hemen oynadığı her maçta gol atardı. Barcelona’da Figo vardı. Yeryüzünde çalımlayamayacağı adam yok gibi bir şeydi. Manchester United’da Beckham vardı. Kendisinden metrelerce uzaktaki bir futbolcunun tam ayağına nokta pası atardı. İşte bunlar dünyanın en eşsiz futbolcuları olarak gösteriliyordu. Sonra bir gün Real Madrid bunların hepsini aldı. Kurulan bu eşsiz takımın adına da ‘Los Galacticos’ dediler. Şimdi ‘Eee bundan bana ne.’ diyeceksin. İşte ben de birçok kızı beğendim bugüne kadar. Kimine konuşması katıyordu güzelliği. Tıpkı Zidane’ın Juventus’a kattığı gibi. Kimine duruşu katıyordu. Ronaldo’nun İnter’e kattığı gibi. Kimine gülüşü katıyordu. Figo’nun Barcelona’ya kattığı gibi. Kimine de saçları. Beckham’ın Manchester United’a kattığı gibi. Sonra sen çıktın karşıma. Beğendiğim ne varsa bir araya toplamış gibiydin, tıpkı Los Galacticos gibi. Ama sende daha önce kimsede görmediğim bir şey vardı: Gözlerin… Onları kimseden almış olamazdın. Onlar bir nevi Casillas’ındı senin, Raul'undu. Sen benim için mükemmelin tasvirisin ve seni seviyorum.” 


"Olmaz Mörfi, bir kere örf ve ananelerimize aykırı."


"Selami Abi?" 


“Vaay, hayır deyince anında abi olduk demek. Az önce böyle demiyordun.”


“Abi bir dinle.”


"Olmaz dedim Mörfi. Bana ters bir kere bu durumlar."


"Aslı… Aslı nerede?" 


"Ne Aslı'sı? Beraber yürüyoruz bakkalın oradan beridir." 


Arkasını döndü. Bakkalın birkaç dükkan gerisindeki mağazanın vitrininde hayran hayran ayakkabılara bakan Aslı'yı gördü. "Abi gidiyorum ben." 


Giderken Selami arkasından bağırdı: "Mörfi, kes benden umudu. Biz ayrı dünyaların insanlarıyız."


Bir bu saçmalık eksikti. Ama kaybedecek vakti yoktu. Aslı'ya doğru hızla yürüyordu. Aslı da onu gördü: "Mustafa! Gelsene bir. Çok güzel değil mi şu ayakkabılar?”


“Hıı, güzelmiş.” diyebildi.


“Sen niye beni bırakıp gittin?”


“Yok, bırakıp gitmedim. Anlattıklarıma o kadar odaklanmışım ki senin yanımda olmadığını bile fark edememişim.”


“Evet, bayağı önemli bir şeyler söylüyor gibiydin. Ama anlayamadım. Futbol falan diyordun. Önemli bir şey miydi?”


Aynı şeyleri tekrar anlatacak cesareti bulamadı kendinde. Anlatsa da Aslı’nın anlayabileceğine dair inancı kalmamıştı. Şiir ezberlemesi gerekti. Başka türlü yapamazdı bu işi. “Yok ya, önemli bir şey değil. Bizim Fikri kupon yapıyordu da bir iki maçta arada kalmış. Sana sorayım dedim. Belki anlarsın.”


Aslı güldü: “İlahi Mustafa, hiç güleceğim yoktu. Ne anlarım ben futboldan.”


“Doğru ya.” dedi tatsız bir gülümsemeyle.


“Neyse, konuşman gereken başka önemli bir şey yoksa ben içeri gireyim de şu ayakkabıyı bir deneyeyim.”


“Yok.”


“Hadi görüşürüz o zaman.”


“Görüşürüz.” Yüzü gülmeye çalışsa da içi ağlıyordu. Sanki Aslı ona hayır demiş gibiydi. Bütün dünyası yıkılmıştı. Dünden beridir topladığı cesaret, kendisine verdiği gazlar… Hepsi çıkacak bir yer bulamamış ve bir atom bombası yıkıcılığıyla içinde patlamıştı. Artık tek istediği şey eve gidip boş bakışlarla saatlerce duvarı izlemekti. Sanki onu yapsa her şey normale dönecek gibiydi. Bu umutla hızlandırdı adımlarını eve doğru.