Gözlerini tavanda bir noktaya dikmiş hareketsiz yatıyordu. İçinde bir şey şişiyordu sanki ve bundan inanılmaz bir rahatsızlık hissediyordu. Aklında hala Aslı vardı. Çok uzun süredir Aslı'dan başka bir şey de düşünemiyordu zaten. ‘Aslı… Daha İstanbul'a gelmeden portresini kafamda çizdiğim kadın. Nereden bilebilirdim ki böyle bir güzelliğin gerçek olabileceğini. Oysa ben, o portreyi çizerken bir nevi melek tasviri yapmıştım.’ İşte buydu! Yarın bunları söylemeliydi Aslı'ya. Unutmadan hemen bir kağıda yazmalıydı. Yerinden kalktı, kalem ve boş bir kağıt aldı. Az önce aklına gelenleri tekrar düşündü ve heceleyerek kağıda yazmaya başladı: 'Ass-lı… Daa-ha İss-tan-buuu-l'a gel-mee-den… Kapıyı aç!' İç sesi karışmıştı. Tekrar başa aldı cümleyi: 'Aslı… Kapıyı aç!' Kalemi bıraktı elinden. 'Oğlum açsana kapıyı!' İç sesi kendisine hükmetmeye çalışıyordu sanki. "İyi, tamam." dedi iç sesinin emrine boyun eğerek ve odanın kapısını açtı. 'Onu değil, daire kapısını aç!' dedi iç sesi. Gitti ve daire kapısını da açtı. Karşısında kasketli, fularlı, ince bıyıklı, 50 yaşlarında bir adam görünce korktu. Kulağında antenli büyük bir telefonla öylece dikiliyordu.


"Kapıyı açtığına göre telefonu kapatayım da çok yazmasın."


"Buyur abi, kime bakmıştın?" 


"Sana." 


"Evet abi?"


"Sana yardım etmeye geldim."


"Hangi konuda?" 


"İlhan Perisi'yim ben."


Alaycı bir şekilde güldü Mustafa: "İlham Perisi mi?" 


"İlham değil, İlhan. İlham kayınçom benim. Kardeşi Lavinia ile evliyim ben."


"Ne anlatıyorsun abi sen?"


"İçeri davet etmeyecek misin?" 


"Periymişsin ya abi. Direkt yanıma gelseydin. Neden uğraştın kapı falan?" 


"Noel Baba mı sandın lan beni! Kapıdan geleceğim tabii."


"Böyle saçmalıkları kaldırabilecek durumda değilim abi. Canım çok sıkkın şu an. Git başkasını bul ya da başka bir zaman gel."


Tam kapıyı kapatırken İlhan Perisi kapıyı tuttu ve aralıktan fısıldadı: "Los Galacticos"


"Los Galacticos?" 


"Evet, Los Galacticos. Bugün Aslıyla konuşurken şiiri unuttun hani. Los Galacticos fikri aklına nereden geldi sanıyorsun."


"Ha sen İlham Perisisin ve bana vere vere bu ilhamı verdin öyle mi? Abi git işine ya. Kim bilir kaç kişiye anlattı Selami abi... Sana da o anlattı değil mi?" 


"Demek inanmadın peri olduğuma. Dur bekle." Cebinden tekrar çıkarttı antenli telefonunu. Mırıldanarak numara tuşlamaya başladı. "Sıfır beşşüz…" Ardından kulağına götürdü telefonu. "Alo!" 


Mustafa'nın kafasının içinde yankılandı ses. 


"Alo, geliyor mu sesim? Se… Se… Ses kontrol." 


Mustafa şaşkındı. Adam telefona konuşuyordu ve söyledikleri kafasının içinde yankılanıyordu. Şaşkın bir şekilde kapıyı açtı ve İlhan Perisi'ni içeri davet etti. 

...


Karşılıklı koltuklarda sessizce birbirini kesiyordu ikisi de. İlhan Perisi bozdu sessizliği: "Farkındayım kafanda bir sürü soru var. Sorabilirsin istediğini." 


"Sen şimdi gerçekten İlham Perisi misin abi?" 


"İlham değil, İlhan ya. İlham benim kayınçom. Ben de onun yanında çalışıyorum. Kadrolu personel değilim ama sözleşmeliyim."


"Nasıl yani abi?" 


"Bu işleri normalde İlham tek başına yapıyordu. Ama sen de fark etmişsindir. Son zamanlarda çok fazla kişi yazmaya çizmeye başladı. Böyle olunca tabi İlham hepsine yetişemedi. Personel alımı yaptılar. Tabii ben de başvurdum. Ekmek parası sonuçta. İlham da kayınçom olunca ben alındım tabi işe. Şimdi gerçekten yetenekli olanlara o ilham veriyor. Ben de kelime dağarcığı olmayan şairlere, kitap okumadan kitap yazabileceğini sanan yazarlara, müzik konusunda hiç birikimi olmayanlara falan ilham vermeye çalışıyorum." 


"E abi senin işin daha zor o zaman."


İlhan tam dertli bir yüz ifadesiyle bir şeyler söyleyecekken telefonu çaldı. "Alo. Ne oldu, onay geldi mi yayınevinden?"


"..." 


"Güzel. Kitabın adını neden beğenmemişler ki?"


"..." 


"Hee daha önce o ismi başkası kapmış, anladım. Çaykur olsun o zaman kitabının adı."


"..." 


"Olur mu, Çaykur'dan daha çok hak ediyorsun bu adı. Onlar bile bu kadar çay üretmiyorlar. Bir de şey yazalım kapağa: Bana bir demlik çay demleyenin kırk yıl kocası olurum. Nasıl?"


"..."


"Güzel olacak tabi. Tamam halledersin sen kalanını, kapatıyorum." Telefonu kapattıktan sonra aynı dertli bakışlarla yine baktı Mustafa'ya. "Evet, çok zor."


"Peki bu kadar işinin arasında neden bana yardım etmek için evime kadar geldin abi?"


"Ben aslında öyle kolay kolay kimseye gözükmem. Arka planda işimi yapar geçerim. Ama sende farklı bir şey gördüm. Gerçekten çok seviyorsun bu kızı. Uzun zamandır böyle bir sevgiye denk gelmemiştim. Ben de yanına gelip yardım edeyim dedim boş zamanlarımda."


"Evet abi, çok seviyorum. Ama o kadar şanssızım ki ona sevdiğimi bile söyleyemiyorum."


"Bak M… Nasıl sesleneyim ben sana ya? Adın neydi senin?”


“Mustafa ama sen bana Mörfi de. Öyle alıştım ben.”


“Bak Mustafa, her insan hayatında şans kadar şanssızlık da yaşar. Ama kimse başına gelen şansları hatırlamaz. Her insan kendince şanssızdır. O kadar insanın beynine girip ilham verdim, hiçbirinin zihninde şanslı olduğu düşüncesini göremedim. İnsanın doğasında var bu. Gözler hep bardağın boş tarafındadır.”


“Normal bir insan için haklısın abi. Ama burada söz konusu benim. Ki sadece ben de düşünmüyorum şanssız olduğumu. Baksana bütün mahalleli öyle görüyor beni. Küçüklüğümden beridir böyle. Ne zaman bir plan yapsam tersi oluyor. Bir şeyi çok istediğimde kesin bir aksilik çıkıyor. Bir ara açığını buldum. Ne istiyorsam tersini hayal etmeye başladım. Başlarda işe de yaradı ama sonrası yine aynı. Sanırım oynadığım oyun anlaşıldı.”


“Peki bir şeyler denemedin mi bu şanssızlığını kırmak için?”


“Denemez olur muyum abi. Gitmediğim hacı hoca, okumadığım dua, döktürmediğim kurşun kalmadı. Kurban bile kestik memleketteyken. Büyücülerin verdiği ilginç ilaçları da kullandım. En son geçen bizim komşu Hacersu Teyze bir hoca önerdi. ‘Nefesi çok kuvvetliymiş.’ dedi.


“Eee…”


“İşte gittim bunun ofisine. Ofis diyorum çünkü bayağı sıra falan alıyorsun. Odanın kapısının üzerinde bir ekran var, orada ismi yanan içeri giriyor. Adam o derece profesyonel yani. İsmim yandı, içeri girdim. Şöyle bir süzdüm önce adamı. Alnının sağ tarafında bir yarası vardı. ‘N’ harfi mi desem, şimşek mi desem... Öyle bir şeye benziyordu. Bir de perçem bırakmış yarasını kapatsın diye. Gözlerinde yuvarlak camlı gözlükleri vardı, sırtında da siyah bir pelerin. Daha önce hiç böyle bir hoca görmemiştim. Elinde de küçük siyah bir asası vardı. ‘Hocam beni o asayla mı düzelteceksiniz?’ diye sordum. ‘Yok.’ dedi. ‘Kulak çöpü bu.’ Elindeki asayı sirkeli su gibi bir şeyle dolu kabın içine koydu. Sonra beni karşısına oturttu, derdimi anlattırdı. ‘Senin ilacın bende.’ deyip başladı fısır fısır okumaya. Şöyle bir dikkatli dinleyeyim dedim, yaklaştırdım kulağımı. ‘Ekspekto mekspekto’ bir şeyler diyordu. ‘Hocam.’ dedim, ‘Ben daha önce hiç böyle bir dua duymadım.’ Sinirlendi biraz ‘Sen orasına karışma, beni yarıda kesme yeter. Burada önemli olan inanmak.’ dedi ve okumaya devam etti. Tam duasını bitirdi, üfleyecek derken büyük bir gürültüyle kapı kırıldı. Polisler bastı odayı. Meğer bizim hoca tacizciymiş. Üfleyemeden içeri aldılar adamı.”


“Valla iyi ki üfleyememiş. Şanslıymışsın bak işte.”


“Bir de şu yönden bak. Şimdiye kadar işini yapan adam ben gittiğim gün tutuklanıyor.”


“E adam tacizciymiş. Tutuklanması kötü bir şey mi?”


“Kötü bir şey değil de o adamın gözünde bir uğursuzum mesela ben.”  


"Bak bardağa boş tarafından bakıyorsun yine. Sonuçta suçlu olan biri yakalanmış. Belki de fazla iyi niyetli olduğundan geliyordur bunlar başına.”


“Onu da düşündüm abi. Tek organizasyon şirketinden yeteri kadar para kazanamayınca ekstradan bir şirket daha aramaya başladım. Buldum bir tane. İş görüşmesi için gittim. Böyle dağınık, eski, depo gibi bir yerdi. Çok fazla soru da sormadılar, hemen aldılar beni işe. Birkaç gün gittim, orada ortalığı toparlamalarına yardım falan ettim. Dördüncü günümde patron yanıma geldi. Önce bir ağzımı aradı çok paraya ihtiyacım var mı diye. Olduğunu söyleyince de beni tenha bir yere çekti ve ‘Bak.’ dedi. ‘Bizim asıl işimiz saçma sapan organizasyonlar düzenlemek değil. Bizim asıl amacımız gittiğimiz evlerden boşluk anlarında yürütebildiğimizi yürütmek. Sen de bizimle çalışıyorsun artık. O yüzden ya bizimle olmayı kabul et ya da hemen şimdi git.’ Şok olmuştum. Ne yapacağımı şaşırmıştım adamın karşısında. ‘Ama ben beceremem öyle şeyleri.’ dedim. Güldü ve ‘Ben senden zaten bir şeyler çalmanı beklemiyorum ki. Benim senden tek beklentim palyaçoluğunu kullanıp dikkatleri üzerinde toplamak.’ dedi. Her zaman yaptığım işi yapacaktım ve çok daha fazla kazanacaktım. Ama bu işin bir de ahlak noktası vardı. Ölmüş dedem belirdi birden sağ omuzumda. Hep giydiği mavi çizgili pijamaları da üzerindeydi. ‘Mustafa, hatırlar mısın sana hep aynı öğüdü verirdim. Şimdi de aynı şeyi söylüyorum. Doğru yol ne kadar zorlu olursa olsun asla terk etme.’ dedi. Şöyle bir baktım dedeme. ‘Dede.’ dedim. ‘Ben bugüne kadar hep doğru yolda yürüdüm. Ne olursa olsun vazgeçmedim, hep yürüdüm. Ama hayal kırıkları ayağıma o kadar çok battı, o kadar çok kanattı ki adım atmaktan korkar oldum.’ Dedem öylece kaldı omzumun üzerinde. Sanki hak verir gibiydi. Dede sesleri çıkararak boğazını temizleyip omuzuma tükürdü ve 'Ben tuvalete gidiyorum.' diyerek kayboldu ortadan. Sonra döndüm patrona ve ‘Kabul ediyorum.’ dedim.


“Sonra?”


“Sonra işte beni bir odaya götürdü. Sonraki güne hazırlık için balonları şişirmem gerektiğini söyledi. Ben de hevesle başladım balonları şişirmeye. İlk iki taneden sonra başım dönmeye başladı. Tam üçüncüyü aldım şişirecektim, her yer karardı. Gözlerimi açtığımda sol yanımda inanılmaz bir acı vardı. Tişörtümü yavaşça sıyırdım ve baktım.”


“Eee?”


“Tek böbreğim kaldı abi benim. Şerefsizler bana oyun oynayıp böbreğimi çaldılar.”


“Polise gitseydin.”


“Ne diyecektim abi polislere? Beni hırsızlık vaadiyle kandırıp böbreğimi çaldılar mı diyecektim?”


“Orası da doğru ya. Ne yaptın, düşmedin mi adamların peşine?”


“Başta peşlerine düşmek istedim. Ama sonra diğer böbreğimi de kaptırırım korkusuyla vazgeçtim.”


Bu sırada kapıdan anahtar sesi geldi. Kapı açıldı ve Fikriyle Bektaş girdi içeri. "Ooo Bektaş abi, hoş geldin." dedi Mustafa.


Tam onları İlhan Perisi'yle tanıştıracakken Bektaş yanına gidip İlhan Perisi'nin elini sıktı: "İlhancım nerelerdesin sen ya? Özlettin kendini. Kahvedekiler seni soruyor."


"Valla iş güç be Bektaş. Sağa sola ilham veriyoruz."


Bu arada Fikri girdi araya: "İlhan abim hoş geldin. Valla özlettin kendini."


"Hoş bulduk Fikri. Nasıl gidiyor işler, kazanabiliyor musun?"


"Fena değil be abi. Arada yanıma uğra da az yardım et bana. Bu aralar biraz fazla kazanmam gerekiyor."


"Tamam tamam uğrarız bir ara."


Mustafa şaşkındı. Sanki İlhan Perisi'ni şimdiye kadar görmeyen tek kişi kendisiydi. "Abi sen hani fazla gözükmüyordun? Maşallah mahalle kahvesinde piştiye bekleyenlerin bile var."


"Ya bazen canım sıkılınca gözüküyorum işte. Boş ver şimdi onu sen. Yarın ne yapacaksın?"


Fikri karıştı araya: "Ne yapacak yarın? Buluşmaya mı gidiyorsun yoksa yengeyle?"


"Yok be oğlum, ne buluşması. Konuşamadım ki bugün."


"Neden?"


"Şanssızlıktan tabii ki."


"Ama yarın konuşacak kardeşim." dedi İlhan Perisi cesaret verici bir ses tonuyla. "Hem de benim yardımımla. Yarın sana en kral ilhamı vereceğim göreceksin bak."


"Abim bana ilham vermesen de şu telefondan bir şiir mi fısıldasan kulağıma. Bir kitap alalım yarın, içinden de bir şiir seçelim. Sen onu fısılda kulağıma. Los Galacticos'la falan uğraşmayalım yine."


"Sen bana, İlhan abine güvenmiyor musun şimdi Mustafa?"


"Yok abim, estağfurullah. Güvenmemek değil de böylesi daha garanti gibi sanki."


"Ben anladım anlayacağımı Mustafa. Neyse, senin dediğin gibi yapalım. Ama unutma ki bu akşam burada İlhan Abi'ni çok üzdün."


Bu arada dertli dertli kenarda oturan Bektaş'a gitti Mustafa'nın gözü. Konuyu değiştirmek için mükemmel bir fırsattı bu. "Hayırdır Bektaş abi, çok dertli gözüküyorsun?"


"Yalağuzum be Mustafa. Daha kötü ne olabilir ki? Mintanım ile, çarığım ile, bilinmez düşüncelerim, Tanrım ile, yalnız insanların o garip hali ile yapayalnızım."


"Böyle yapma be abi. Tamam yenge öldüğü için üzülüyorsun da aradan on yıl geçmiş. Unutmaya çalış artık." dedi Fikri.


"Nasıl unutayım be Fikri? Yerine birini koyamıyorum ki. Siz manitalarınızla gezedurun tabi. Biriniz de demesin ama 'Bak Bektaş abim de yalnız. Manitamın dul bacısını, halasını, teyzesini onunla tanıştırayım.' diye. Sakın düşünmeyin Bektaş Abinizi."


"Abi bu kadar şiirsel başlayıp nasıl bu hale getirebiliyorsun muhabbeti ya. Ama söz, Aslı beni kabul etsin ilk işim onu sormak olacak."


"Bak, söz veriyorsun Mörfi. Unutturmam bunu sana."


"Tamam abi, söz. Hatırlatmana gerek bile kalmayacak." Ardından İlhan Perisi'ne döndü: "Bu kitap işini nasıl yapsak abi? Ben pek şiir bilmem. Vardır senin okuduğun falan. Kimi önerirsin?"


"Tabi işin düştü yine İlhan Abi'ne değil mi? Az önce beğenmiyordun beni."


"Abi beğenmediğimden değil ya. Valla çok beğendim ben geçenki yardımını. Duygularımı Los Galacticos kadar güzel bir benzetmeyle anlatmandan çok etkilendim. Ama kıza uymadı bu pek."


"Ben ne yapayım kardeşim, beyninde hangi kelimeler varsa onları kullanabiliyorum ben. Arada bir iki kitap, gazete, en kötü bir takvim yaprağı falan okusan daha farklı bir şeyler çıkabilirdi ortaya. Ben mi suçluyum şimdi bu konuda?"


"Estağfurullah abi suçlu değilsin de edebiyat dilin çok kapalı diyelim. Öyle herkes anlayamaz senin sanatını. O yüzden daha basit bir şeyler bulalım diyorum."


Fikri bir anda heyecanla atıldı. "Aaa, bizim televizyon dolabının içinde bir şiir kitabı vardı sanki. 'Sevda Sözleri' miydi neydi adı? Eski kiracılar bırakmış. Dur bakayım bir." Yerinden fırladı ve televizyon dolabının çekmecelerini aramaya başladı. "İşte burada!" Sesi asrın icadını yapmışçasına heyecan doluydu. "Yemin ederim bu kitabın bir gün işe yarayacağını biliyordum." Kitabı getirip Mustafa'nın kucağına koydu.


"Eee, şiiri nasıl seçeceğiz?" diye sordu İlham Perisi.


"Valla kitap kalın abi, hepsini okuyamayız. İçindekilerden isimlerine bakalım. En beğendiğimizi seçelim bence." dedi Mustafa.


İçindekilerin tamamına göz attı hepsi kendince mırıldanarak. "Bence en iyisi 'Aşk' şiiri." dedi Mustafa. "Başlık çok net bir kere."


İlhan Perisi de onayladı onu. "En doğrusu seçimi senin yapman zaten. Sonuçta okuyacak kişi sensin. Bir prova yapalım istersen."


"Gerek yok be abi. Zaten sen söyleyeceksin ben tekrar edeceğim. Hem kitabı yazan da Cemal Süreya, yani şiir kötü değildir. Büyük şair sonuçta."


"Tamamdır Mustafa, sen bilirsin."




Bektaş'ın Öyküsü: https://www.korsanedebiyat.com/yalaguz-kalmis-bir-adam/?amp=1