Hayatının sırrına ermişti. İyiyi bilme cesareti iyiyi bilme erdemi sardı her yanını. Yeni dimağlara bırakacak çok şeyi vardı. Bu desturla karaladığı yazıları bir araya toplayıp bu divanda yerini almıştı. Ölümüyle kabullenmişti, sonuyla barışıktı her şeyin. Verdiği savaşlar kelimelerinden okunuyordu. Hayat ağacı köklerini bu adamdan alıyordu. Her şeyi bilmenin kefareti onu baştan ayağa kuşatmıştı. Lütufsa bu emeği tanrı onu safına almıştı. Kaybedecek bir şeyi olmadığı için debelendi. Biraz sonra sonsuzluğun kapısından girecek ve bu hayat ağacı ona can verecek. Ütopik bir sanrıydı, gözleri olabildiğince derin; mezarı alabildiğine dar.


Kendi yarattığım divanımdan konuşuyorum: Bu külliyatımdan verecek bir şeylerim var hala, son kez o sanrı tepesinden sesleniyorum insanlarıma:

"İyi ile kötünün melekelerine sitemimdir bu. Yarattığım kavurucu cehennem ateşi sarmalı insanoğlunu, onu ben terbiye ettiğim acılarımla benimsedim. Sonra o insanları anlamlandırma hezimetine yenik düştü. Kusuruyla var olmanın cazibesini anlattım. Bulanık şuuru düşünmesini engelledi. Duygularına anlam veremedi. Zemheriden pay almış düşünceleri kötüye sarraf olmanın duygusu onu son durağında bekliyordu."


Gidilecek, hala varılacak çok yolu vardı oysaki. Tanrı bir kez daha resmetti hayatını, yaşamanın haklı gururunu tattı. Devşirdiği  bir çok ruhu vardı. Her birini çok güzel yaşıyordu, kaçmak için kılıktan kılığa, kılıftan kılıfa giriyordu. Onun hastalıklı ruhunu göklerden bilen birileri olduğunu her fırsatta dile getiriyordu. El açıp göklerin rızasını üstlendi. Biraz sonra esamesini işitecek ve son avazını yapacak. İşte hastalıklı cennetimin kapısı aralandı dedi. Çıktı artık kırkım.