Bölüm 1: Adnan



Anlaşılmayı beklerken kendimi anlatma yoluna hiç girmemiştim. Şimdi bunu yapmaya mecbur biri olarak yazıyorum. Mecburum. Hak ettiğim hayatı kazanıp benim gibi anlaşılmayı bekleyenlere ulaşmaya mecburum. Onlara mutlu olabilme şansını, yaşamı hissetme şansını vermek istiyorsam mecburum.

Ben yazma ihtiyacımı farkında bile değilken bu satırların nasıl başlayacağını ve biteceğini bilen o adamın bakışlarını asla unutmayacağım. Unutmayacağım ve gözleri ışıldayan her çocukta onu anacağım.

Benim adım Adnan. Bu büyük sözler bana ait. Daha birkaç gün öncesine kadar kimsenin tanımadığı, potansiyelli ama henüz başaramamışlar kervanındaydım. Bugünlerdeyse hakkında sayfa sayfa haberler çıkan, günün en önemli olayı olarak addedilen davada baş şüpheli konumundayım. Adımı duymanıza sebep olan "Hayırsever İş İnsanı Adem Bey'in Esrarengiz Ölümü" başlıklı haber de bu kitabı yazmamım nedenidir. Yanlış anlaşılmak istemem. Amacım sizlerin empati yapmasını sağlamak ve böylece itildiğim suçlu konumundan paçayı sıyırmak değil. Sadece öldüğü gün tanıştığım bu adam onu ilk gördüğüm andan itibaren beni daha önce tanıdığını iddia etmiş, konu fark etmeksizin bir kitap yayınlatmam durumunda beni varisi olarak duyuracağına söz vermişti. Anlayacağınız kağıdın başında daha önce yazmayı aklından dahi geçirmemiş biri var ve canhıraş sahip olduğu tek hikayeyi anlatmaya çalışıyor.

Ben mutluluğu tadamamış, işin kötüsü varlığından bile haberdar olamamış birisiyim. Daha küçük yaşta abim sırf yaşıtlarının önüne geçmiş, söz sahibi büyüklerin fikirlerine göre diğerlerinden çok daha zeki olduğunu kanıtlamış diye benden de çok zeki olmam beklenmişti. Henüz dünyayı tanımıyorken önüme koyulan bu misyonu reddetme reaksiyonu gösterememiş, bütün bunları hayat amacı olarak kabul etmiş ve daha çok küçük yaşlardan itibaren gece gündüz demeden daha fazlasını başarmak, daha fazlasını öğrenmek için çalışıp durmuştum. Çocuk olmanın özgürlüğünü yaşayamadan omuzlarıma yüklenen sorumluluğun açtığı yaralar, mutsuzluğa dair ilk hatıralarımı barındırırdı. Herkesin bana altın çocuk muamelesi yapması zamanla özgüvenimi yükseltmiş olsa da kendimi insanüstü ama insanların arasında yaşamak zorunda olan bir varlık ilan etmeme neden olmuştu. 

Başarısız olacağımı öngördüğüm konularda bunu tanrısallaştırdığım zekâma yedirmez, gerek kuralları esneterek gerek daha önce başarmış olanları kopyalayarak başarısız olmazdım ve bütün bunları üstün zekâma atfederdim. Şimdi dönüp baktığımda ayrılan zaman ve verilen emeğin meyveleri olduğunu anca anlıyorum. 

Yeteneğin varlığına hiç inanmadım. Tek gerçek zekâydı ve ben bu konuda Tanrı’nın en cömert davrandığı insanlardan biriydim. Önüme koyulan "Abin kadar başarılı olmalısın." misyonunu bulunduğum yaşa oranla her geçen gün başarıyordum. O günlerde yaşadığımız küçük kasabada herkesin tanıdığı ve takdir ettiği küçük çocuk olmuş, beni takdir eden bütün o insanları küçümsemem sıradanlaşmıştı. Sadece beni eğitebileceğine inandıklarıma saygı duyuyor, artık bana öğretecek bir şeyi kalmayanları zaman kaybetmeksizin aşağılıyordum. Bu süreç kendimi kasabadaki herkesten üstün görene kadar devam etti. 

O güne kadar hep başkalarının merak ettiği ya da bilge olmak istiyorsan bunu mutlaka bilmelisin dediği konular hakkında sorular sorup dururdum. Kendim için sorduğum ilk soruya kadar hiçbir şeyin farkında olmayışımı, hayatımın bütün bu boş meşguliyet tarafından kuşanmasına bağladım. Zihnimin, daha doğrusu ruhumun ilk sorusu doğduğunda geriye sadece kaos kalmıştı. 

Ben, kendini herkesten büyük gören küçük çocuk, bütün bunları ne uğruna yapıyordum? Evrende var olan bütün bilgileri öğrenmek için yapıyorum desem her zaman öğrenecek daha fazlası kalacağını içten içe biliyor olmamla amacımın bu olamayacağını kavrayabiliyordum. En zengini ya da en güçlüsü olmak istiyorum desem varlıkların ürettiği küçük mutlulukların zamanla azalarak kaybolacağını ve o gün geldiğinde artık sahip olduklarımın ruhuma yetmeyeceğini biliyor oluşum, hep daha fazlası, daha fazlası derken hayatımın tek bir anından bile zevk alamadan son günün geleceğine emin olmaya itiyordu. En mutlusu olmak istiyorum demeye kalkışsam, henüz mutluluğun tanımını yapamamış bir ırkın devamı olarak haddim değildi. 

Doğru bildiklerimin yıkılması, yenilmem bu kadar yakınken ve hazır olmadığımı içten içe biliyorken yapabileceğim tek bir şey vardı.  

İşin içinden çıkamıyor oluşum küçümsediğim insanlara sormamı gerektiriyordu. Verebilecek mantığa yatkın cevapları olmadığını içten içe biliyordum ve zaten tam da bu yüzden küçüklerdi. Ne yazık ki sormadan gerçeğe ulaşılamayacağının farkındaydım. 

Sordum. Benimle birlikte o küçücük kasabaya hapsolmuş her bireye, herhangi bir kıstas baz almaksızın sordum. 

İstisnasız herkes bir cevaba sahipti. Çünkü onlar farkında olmasalar da bilmedikleri hakkında bilgisizdiler. Soru muhatabı oldukları ilk anda büyük bir buhrana düşüyor, vücutlarını kendilerine ait olmayan tavırlarla örtüyor ve normal hallerinden çok daha fazla kabarmaya gayret göstererek cevap verme gafletinde bulunuyorlardı. Hem de hiçbir fikirleri yokken.  

Karşımda duran yılları eskitmiş bu insanların büyümeye çalışırken küçülmesi başlarda gülmeme neden olsa da zamanla iğreti olduğum davranışlara dönüşmüştü. 

Bütün hayatımı, her ne kadar henüz bir düzine yıl eskitmiş olsam da, adadığım mottonun yıkılması dominonun ilk taşıydı ve ben daha ne olduğunu anlamadan yerle bir olmuştum. Geriye gülümsemeleri samimiyet barındırmayan, mutlulukları sahte, her bir ideolojiyi, dini, duyguyu (en çok da aşkı), hayatta kalma savaşını, geleceğini kurgulayanları, üzerinde ne taşıdığına önem verenleri, güç sarhoşluğuna yenik düşenleri, bir oyundan fazla olmayan sporları veya yarışmaları hayatlarının tam ortasına kuranları, güzel görünme dertleriyle yaşayanları ve daha birçok kesimi küçümseyen bir insan kabuğu kalmıştı. Ve hayatımı idareten yaşıyordum. Zaten bana kalsa sadece gün içerisinde kurduğum ve hiç emek harcamadan istediklerime sahip olduğum hayal dünyasında yaşar, diğerlerinden çok daha iyi olduğumu bilerek son gün geldiğinde bir hayalperest olarak ölürdüm. 

Hayatını kontrol altında tutmak isteyen herkes gibi ben de sürpriz aksiyonlara mahal vermemek adına kendime bir rutin oluşturmuştum. Her sabah aynı saatlerde kalkar, kahvaltıyı geciktirir ve geceleri geç yatmadığım günlerde tek öğünle idare etmeye çalışırdım. Gerek lise gerek üniversite yıllarımda verilen ödevleri öğreticilerin istediği zamanda teslim etmez ve minareyi çalan kişi olarak hep bir kılıf bulurdum. Sorumluluk almam beklendiği olaylarda mazeret üretirdim. Ters bir aksiyonla, insanların dikkatini üzerime çekmemek adına, kimsenin benden sorumluluk almamı beklemediği anlarda ortaya çıkar; günü birlik de olsa, “Yaşıyorum ve bütün bunları istediğimde yapabiliyorum.” diyerek “Hayatıma burnunuzu sokmanız için hiçbir neden yok.” mesajını beni sevdiğini iddia eden herkese vermiş olurdum. 

Eğer bir kadından hoşlanmaya başladığımı fark edersem hayatımı etkilememesi için ona hata yapabileceği fırsatlar sunar ve hata yapmasa dahi tanıdığım kadarıyla onun asla affetmeyeceği hataları ardı arkasına yapardım. Böylece beni bitmiş hikâyeler kitaplığına kaldırır ve ben tekrar hatırlamalarını isteyene kadar unuturlardı. Vücudumu olabildiğince kötü besler, spor yapmazdım. Ta ki kendime mukayyet olamayacak kadar çöktüğüm ana kadar… O an geldiğinde ise yanlış kararlar verip bütün emeklerimi mahvetmemek adına kısa süreli disiplin moduna geçer, gücümü ve zihin özgürlüğümü iyice kazanana kadar bu moddan çıkmazdım.  

Kaç yıl böyle yaşadım, bilmiyorum. Kurduğum hayallerle beynime ürettirdiğim sahte duygularla ihtiyaçlarımı karşıladığımı düşündüğümü hatırlıyorum. Sürekli aynı girdiler, iki ya da üç ayda bir gelen histeri krizleri ve sürekli devam eden karamsar ruh hali, o günlerin değişmez gerçekliğiydi. 

Eski benliğimi unutmuş halde öleceğim zamanın gelmesini beklerken hesap hatasından kaynaklandığını düşündüğüm erken bir kriz anında abime ne kadar acınası halde oluğumu istemeden göstermiş bulundum. İpin ucunu kaçıran ben, beni sevdiklerini iddia edenlerin ağına yakalanmış halde çırpındıkça daha çok açık veriyordum. Bulunmadığım ortamlarda sözde büyükler toplanmış ve hayatım için en doğru olanı aralarında tartışıp belirlemiş, benden de bu karara saygı duymamı beklemişlerdi. Şehir değiştirmeli ve profesyonel yardım almalıymışım. Sanki benden daha çok bilen biriyle karşılaşabilirmişim de küçük bir insanla iletişim kurarak hayatın ve gerçekliğin şifrelerine ulaşabilirmişim gibi. Ne acınası, ne saçma bir düşünce. 

Aldıkları kararı kabul etmememin ardından kararlılığımı gördüklerinde ilk söylemlerinden çok da uzaklaşmadan en azından bir yaşam koçu kontrolünde yeni rutin oluşturmam ve bunu başka şehirde yapmamı istediklerini belirttiler. Bense bu teklifi istediğim yaşam koçunu seçmem karşılığında kabul ettim. Kaybolan ve bir daha oluşturulması imkânsıza yakın eski rutinimin yerine yenisi koymak bana da mantıklı gelmişti. İstanbul’a yolculuğum kararlaştırıldı. Artık eski hayatımdan tek bir tanıdık iz taşımadan iplerin daha çok elimde olduğu yeni maceraya doğru sürükleniyordum. Hayat koçu seçme işini ise iyi halletmiştim. Kendim! Eski hayatın müdahilleri başka isimle idare edilecekti tabii ve ben istediğim rutini inşa edebilecektim. 

Yeni şehir, yeni insanlar, yeni okul, yeni ve dengemi bozabilecek onlarca girdi… Yapmam gereken olduğuna inandığım fikirse gerektiğinde kaçabileceğim ve gerekmedikçe çıkmayacağım bir hayal dünyası oluşturmaktı. Yeni şehrimde yaşayacağım evi kütüphanelere yakın olmasına göre seçtim. Okuduğum okulda tüm vaktimi kütüphanesinde geçirecektim. Geceleri uyurken arkada duyacağım ses herhangi bir hikâyeyi anlatan seslendirme sanatçısının sesi olacaktı. Tanıştığım insanların bana alışılagelmedik biri olarak bakmasında bir problem yoktu. Çizgiyi aşmaya cüret edeceklere bıktırma ve caydırma planlarım çoktan hazırdı.  

Okumaya o zamanlar hiçbir anlam ifade etmeyen aşk romanlarıyla başladım. Başlı başına zaman kaybı olarak nitelendirebileceğim bu eserler dalga geçerken kahkahalara boğulmak, insanların düşmek için çırpındığı duruma bakıp bir kez daha onları küçümsemek için biçilmiş kaftandı. Ne acı ki hepsi aynı denklem temel alınarak yazılmış olduğundan ardı ardına okunduğunda kısa sürede kabak tadı vermişlerdi. Korku hikâyelerinde ise bir türlü anlayamadığım noktalar vardı. Bir insan kendine yarattığı konfor alanından neden bir kitap uğruna çıkmak istesin ki, anlayamıyordum. Kazanacak hiçbir şey yokken kaybetmeye razı olmak ve bundan zevk aldığını iddia etmek ne kadar da ezikçeydi. Polisiyeler! Ah, ne kadar da mutluluk vadediyorlardı. Okuduğum dilde yazanlar birer kopyacı olmasalardı belki de heyecan verici kurgulara ulaşabilirdim. Yabancı dillerden çevrilen örneklerin kabahatiyse, ki bu kabahat çeviriden kaynaklanıyor olabilir, hep aynı yazar tarafından kaleme alınıyor gibi hissettirmesiydi.

Yeni tür denemenin vakti geldiğinde diğer insanların en çok neyi okumaktan keyif aldığına bakma gafletinde bulundum. Hiçlikten yükselip başaranlar sıfatını kazanmış insanların hayat hikâyelerini içeren kitaplar… Aralarına sıkışmış sözde başaranlar kitapları da yok değildi tabii. Zengin biriyle evlenerek ün ve para kazanmış ve bu olgulara güvenerek kendini başaranlardan saymışlar mı daha komikti; yoksa herhangi bir medya aracılığıyla ünlenmiş, sırf güzel göründükleri için elde ettikleriyle varlığa sahip olup kendini başaranlardan sayanlar mı? Bu da üzerine saatlerce konuşulması gereken, hiç önemli olmayan bir başka soru. 

Gerçekten başaranların hikâyeleriyse sürükleyici, hayal kurdurtan ve emsalsizdi. Her biri küçümsenen insan mertebesinden yüksekte olmasına rağmen diğer insanlara hoşgörü dağıtabilecek kadar alçakgönüllü insan mertebesine ulaşmıştı. En azından kitapları bunun üzerinde duruyordu. Bütün bu hikâyeler, girdiğim kargaşanın sebebi olan “Bütün bunları hangi amaç uğruna yapıyorum ki?” sorusunu tekrar sorgulamamı ve mantığıma yatkın cevap üretmemi sağlamıştı. Kendi yaşadığım cevap bulma zorluklarını da göz önüne alarak bu soruları sorabilecek kadar büyüyen çocuklara “Aradığım cevabı mutlaka o biliyordur.” dedirtecek kadar büyük bir kurtarıcı figürü yaratmalıydım. Deli gibi tutulmuştum bu fikre. Hala aklımdan geçirdikçe hoşuma gidiyor. 


Kontrolü elden hiç bırakmadan yaşamayı ve ölümü beklemeyi boş ver. Artık senin bir amacın var. Kendin gibileri bulmalısın. Onların senin düştüğün çukura düşmesine engel olmalısın. Eğitimden uzak olanlara ise fırsat sunup senin gibi olabilme şansı vermelisin. Hayır! Dünyayı kurtarmak veya onu daha güzel bir mekâna çevrilmesine yardım etmek için değil. Sadece insanlara mutlu olabilecekleri fırsatı sunabilmek için güçlü olmalısın, zengin olmalısın, diğerlerine sunabilmek için her şeye sahip olmalısın. Kurtarıcı olmak istemende sıkıntı yok. Bırak, savaşmak isteyenler savaşsın, özgürlük arayanlar bulsun, para için yaşayanlar istediğine sahip olsun, tek amacı sevişmek olanlar hiç uyumasın. Bırak! İyiyle, doğruyla yaşamak isteyenler öyle yaşasın ama senin umurunda olmasın. Senin ilk defa gerçek bir amacın var. Sen sadece kahkaha duyacak, insanların doğrularını özgür bırakarak büyümelerine yardım edeceksin.


Asıl sorunsa kurtarıcı olmak isteyen herkesin bir kurtarıcıya ihtiyaç duyması. Zincirin ilk halkası da olunabilir tabii fakat yeterince güçlü değilim. İnsanlar benzer beyin ve ruhlarla doğarlar. Elbet benim ulaştığım sonuca ulaşanlar yeryüzünde yürümüştür ve kurtarıcı misyonunu üstlenmiştir. Yanlış düşünmüyorsam yapmam gereken tek bir şey vardı ve o an aklımdan geçen tek düşünce kendi kurtarıcımı bulmaktı. 

Öğretilerine boyun eğmeyeceğim ama göz ardı da etmeyeceğim bir öğretici. Fırsat sunucu. Konuştuğu sürece tüm dikkatime sahip olacak öğretilerini kavrayacağım ve günün sonunda kendi öğretilerime yön vermeme yardım edebilecek kişi. 

Okuduğum, dinlediğim başaran hayatlarının ortak insanlarını araştırmaya başladım. Onun ismini de ilk o zaman gördüm ve âdemlere âdem olabilme şansını veren adamı farklı kaynaklardan okumaya başladım.  

Başaranlar hikâyelerinde ona hep yer vermişti vermesine ama onunla ilgili başka bir bilgiye ulaşmak çok zordu. Ne internet ne kitaplar bu konuda yardımcı olabildi. Tek bulabildiğim 2000 yılında yapılmış bir haberde birkaç başaran ile birlikte, haberde Beykoz’da olduğu söylenen, bir evin önünde çektiği fotoğraftı.  

Pek seçeneğimin olduğu söylenemezdi. Bende adresini dahi bilmediğim bu ev için sokaklara atladım. 

Daha önce hakkında hiçbir bilgiye sahip olmadığım bu ilçenin sokaklarında tek yaptığım tanıdık gibi görünen silüetleri takip etmekti. Sağa döndüğümde girdiğim sokağa daha önce uğradığıma yemin edebilirdim ama bu durum sürekli tekrar ettiğinden değil düşüncelerime, gördüklerime bile güvenemez hale gelmiştim. Âdem’in evini arayışa başladığım noktadan çok uzak olmayan bir konumda bulduğumdaysa neredeyse bütün Beykoz’u arşınlamıştım. Gidilebilir bütün potansiyel yerlere uğramış, hedefe ulaştığımdaysa bir arpa boyu yol katetmiştim.  

Büyük, bahçeli bir evdi. Giriş kapısında güvenlik görevlileri sohbet ediyor, arazinin 4 tarafı da duvarlarla korunuyordu. “Buraya asla giremem.” cümlesini defalarca tekrarladım. Kendi telkinlerimle oluşturduğum duvarlarımı aşma çözümümse giremiyorsam çıkmasını beklerim oldu. Hatta biraz bekledim bile ama artık mutsuzluğa sabrı kalmayan bir insandım. Kör noktadan duvarlara tırmanmaya başladım. 

Bir süre sonra yakalanmadan bahçeye girebilmiş, eve girmek içinse evin zemininden çatısına kadar uzanan sarmaşıkları gözüme kestirmiştim. Yere olabildiğince yakın ama koşar adım ulaştım sarmaşıklara. Tırmanmak, hayallerime yükselmek bu kadar yakınken arkamdan bir ses yükseldi. 

“Hey, sen!” 

Güvenlikten geldiğini varsaydığım sesin geldiği yöne doğru yavaşça çevirdim başımı. Seslenen yüzünde kocaman bir gülümseme takınmış Âdem Bey’den başkası değildi. Biraz korkmuş, biraz da neden güldüğünü anlayamamış şekilde yüzüne bakarken beni daha çok şaşırtmanın yolunu buldu. İsmimle seslendi bana. “Adnan.” dedi 

“Neden geldiğini biliyorum.”

Önce misafir odasında beni ağırlamak istediğinden bahsetti. Kabul ettim tabii. O odada yaklaşık 2 saat gelip benimle konuşmaya devam etmesini bekledim. 

Odaya girdiğinde hava kararalı çok olmuştu. Saat 9, bilemedin 10 falandı. Yine konuşmama izin vermedi. Karşıma geçti ve beni oraya getiren kafa karışıklıklarımdan tutun da ailemden, özellikle abimden, gittiğim okullardan, o gün oraya gelirken izlediğim yoldan, en önemlisiyse oraya gitme nedenimi bildiğini bahsetti. “Senin aklına düşen ‘Nasıl bütün bunları biliyor olabilir?’ sorusuna da cevap vereceğim. Aradığın kurtarıcı amacına kurtarıcı da olacağım. Karşılığında senden tek bir ricam var: Bugün burada kal ve gece boyunca bütün evi kameradan izle, yarın buradan gittiğindeyse istediğin herhangi bir konuda yaz. Arkadaş, bir kitap yaz.”  

Gitti sonra. Cevap vermeme bile izin vermedi. Kafamda onlarca soru olmasına rağmen dediğini yaptım. Evin güvenliğinin yanına gittim ve bütün gece onu takip ettim. Sabah olduğundaysa artık konuşmak için çok geçti. Kameraların hata verip kapandığı küçücük, 10 dakikalık bir arada Âdem kameraların onu göremeyeceği bir alana geçmiş ve ölümü kucaklamıştı.