Bölüm 2: Âdem


Uyumak için hazırlandı Âdem. Yatağa uzandığı ilk an tüm vücudu titreyerek refleks vermiş, minnet içinde olduğunu belirtmek istercesine eğilip bükülmüştü. Artık günün yorgunluğunu arkada bırakmanın vaktiydi ama işgüzar zihni çabuk pes edecek gibi görünmüyordu. Düşüncelerini bir susturabilse uyuyacağından emindi Âdem. Bir saniyelik sessizlik bile yeterdi. Ah, düşünmeyi bırakabilseydi keşke. Bu kadar kolay vazgeçecek miydi? Henüz hatırlanması, yeniden gözden geçirilmesi gereken tonlarca olay varken ve daha da önemlisi, geleceğin nasıl şekilleneceğini belki de ilk defa bilmiyorken hayaller kurmaktan kendini alamadı. Bazılarınıza göre seksen yaşında neden var olması gerektiğini anlamış bir adam için bu, gereksiz görünen bir ritüeldi ama söz dinleyen yoktu. 


Çalışanların söylediklerine göre böyle gecelerde hep aynı anı sekansını ele alırdı. Yaşadığı bu olayı kendine durmadan hatırlatarak bir başarı, bir keşif hikâyesine dönüştürmüştü bile. O güne kadar mutluluğu taklit ettiğini düşünen ve söylemine göre düştüğü bu hali gereksizleştiren hikâyesini anlatmaya önce unutmak hakkında nutuk çekerek başlar, sonra kırklı yaşlarda yaşadığı bilinç kaybını anlatıp bunun gerçekleşmesinin gözünün açılması için ne denli gerekli olduğundan dem vururdu.  


“Hiç hafızanızı kaybettiğiniz oldu mu? Kendinizi bilinmezliğin neden olduğu dehşet içinde bulduğunuz. Benim bu soruya cevabım, 'Neredeyse seksen yıldır süren hayatımda bahsi geçen duruma bir kere düştüm.' olur. Söz konusu deneyimi günümüzden kırk sene kadar önce, kırklı yaşlarda yaşadım ve on beş yıl boyunca sadece on beş gün izin yaptığım işimden kovuluşumun hemen sonrasıydı bu, pek zaman geçmemişti. Sürekli çalışmaya alışmış benim gibi biri için boşlukta hissetme halinin neden olduklarına normal bile diyebiliriz belki.” 


Bu, onun klasik girizgâhıymış ve içerdiği cümleleri nadiren değiştirirmiş. Kelimesi kelimesine ezberlemiş olduğu bu anlatıyı arada değiştirmesine tek neden olarak da “Değişim, heyecanı korur.” anlayışını gösteriyormuş. Bir kere başladı mı anlatanın da dinleyenin de kendisi olduğu sunumunu bitirmeden durmazmış. 


 Yine öyle oldu ve anlatmaya devam etti. 


“Hafıza kaybı yaşadığımın farkına vardığım ilk anda donup kalmıştım. Öylesine kilitlenmiştim ki düşünmeyi bile unutmuştum desem abartı olmaz. Tüm varlığım dehşetten ibaretti.  


Ama iyi ki yaşamışım böyle bir şeyi, nitekim zaman gösterdi ki hissettiğim yoğun dehşet hali; ruhumu bulmam, yaşadığımı hissetmem için gerekliymiş. İzin verirseniz bunun nasıl gerçekleştiğini size anlatmak isterim. Lakin kronolojik bir anlatımdan hoşlanıyorsanız üzgünüm bayım. 


Çimenlerde oturmuş, rüzgârın usulca yüzümü okşamasına izin veriyordum. Gözlerim, gördükleri karşısında mest olmuş; gökyüzü, sahip olduğu mavinin tonuyla uyuşturmuştu bedenimi. Gökyüzündeki bulutlar da durumun güzelliğinin farkına varmış gibi podyum mankenlerine dönüşmüş, liyakat yarışına girişmişlerdi. Kazananın belirlenmesi için ardı ardına sahneye çıkıyor görünen bu bulutlara, etkileşim halindelermiş gibi gökyüzünün tepkisi de ufak ufak kızarmaya başlamak oluyordu. Aralarında bir sevgili ilişkisi varmış da cilveleşmelerine şahit oluyormuşum gibiydi. 


Nerede olduğumu ve oraya nasıl geldiğimi sorgulamamı sağlayan da bu kelime olmuştu aslında. Atmosferin büyüsüne kapılmış zihnimin ruhuma fısıldadığı 'sevgili' kelimesinin başlattığı zincirleme reaksiyon, bende dönüp hayatıma bakma, eski anılarımı hatırlama refleksi oluşturmuştu. 


Döndüm, baktım. Bomboş bir hatıra defteri ve hiçlikte yankılanan dehşet duygusu hariç, yok. 


Hiçbir şey yok. 


Bu öyle bir dehşet ki var olmayan ateşi her bir hücremde hissettiren. Dehşet ki gözümü, kulağımı, sesimi, dokunuşumu ve en önemlisi düşüncelerimi yok sayan. 


Farklı bir deneyim bu, bilincin var olmadığı bir bedene benziyor. Oturduğum yerden ani bir sıçrayışla doğrulduğumu ve ulaşabildiğim en yüksek hızla koştuğumu hayal meyal anımsıyorum. Dışarıdan bakıldığında anlamsız duruyor. Bir beden koşuyor, ardına bakmaksızın ve yüzünde bir dehşet ifadesiyle. Hayatta kalmaya, hayata tutunmaya çalışan bir hayvan gibi hareket ediyor. Bu anları vücudumun dışından izliyormuş gibi hatırlıyorum. Tek aklımdan geçen, olabildiğince çok koşup bedenimi uyarmak ve böylece tekrardan hatırlamaya, hissetmeye başlamak. Yaşadığımı kendime kanıtlamak için koşuyordum da diyebilirim. 


Uzun bir süre boyunca dere tepe demeden koştum. Beni kendime getiren, en azından girdiğim hipnoz halinden çıkartan, zihnimle yakınlık kuran bir görüntüydü. Hatırlamamı sağlayacak sıcaklığa sahip, tanıdık bir çehre. 


Sanki ilk bakışta görülmesini zorlaştırmak için kendini, sırtını yasladığı dağın yamacına gömmüş, büyük bir şehvetle bakar gibi yüzünü manzaraya dönmüştü. Evimin çehresiydi bu. Beni uyandıransa evimden yansıyarak gözüme ilişen ışıklardı. Sert görünmesini sağlayan siyaha yakın taş duvarlarına ahşap direkler arkadaşlık etmiş; sahip olduğu çelik veranda, görünüşüne özgünlük katmıştı.  


Tek katlıydı. Tanıdık kokusu ve sade güzelliğiyle karşımda duruyordu. 


'Ürkeklikte kararlılık arayamazsın.' derdi bir arkadaşım. Kulakları çınlasın ama yanılmıştı, biliyorum. Vardı işte. Hayatıma Pandora’nın kutusuymuşçasına etki edecek evime doğru hareket ederken attığım her adım ürkek ama kararlı bir adamın adımlarıydı. Gerçeklere, gerçekliğe duyduğu ihtiyacı kendisine inkâr etmeyen bir bilgenin adımlarından bahsediyorum. 


Eve doğru yöneldim ve ilk adımı verandaya attım. Etrafta görülecek pek bir şey yoktu. Verandanın girişe uzak kısmına bakınca tek gördüğüm siyah mat bir masa, üstünde kirli bir kahve fincanından ibaretti. Yakın tarafa bakınca da tamamen saksı çiçeklerine ev sahipliği yapabilecek, güneşe göre ayarlanmış bir yükselti hâkimdi. Eşyalar bu kadardı. Bir sandalye bile yoktu. 


Sorduğu soruya aldığı cevaptan tatmin olmamış bir çocuğun ısrarı benimleydi. Evin içinde aradığım cevaplar belki de beni bekliyordu. Öğrenmenin tek bir yolu vardı ve ben bunu gerçekleştirip öğrenmeliydim. İlerledim kapıya.  


Ufak bir duraksamadan sonra evin kapısını ittim, zaten açıktı.  


Her bir köşe iade etti anılarımı. Salonumu, yatak odamı, mutfağımı büyük bir mutlulukla kucakladım. Hepsi anılar defterimi azar azar doldurdu, bir türlü tamamlanmadı. Zihnimi bozan anıya olan açlığım giderek artıyorken çalışma odamın kapısını açtım. O an anladım. 


Sonun başındaymışım meğer. Başlangıcı ise bihaber...” 


Son cümleyi öylesine coşkulu çıkardı ki dilinden, hemen yanımdakilere nedenini sordum, bu kelimelerle yükselmeyi öylesine çok seviyormuş ki her seferinde bunu dile getirdikten sonra sunumuna ara verip cümlesiyle övünüp duruyormuş. Hatta bir keresinde “Hikâyemi iki cümle ile anlatmamı isteseler bunları kullanırım.” diye neredeyse duyulmayacak bir sesle mırıldanmış. 


Yatağının sıcak halinden hoşlanmayan biri gibi birden sıçrayıp eliyle yatağı yelledi. Hazır ara vermişti anlatmaya, kalkıp evindeki pencereleri oluşacak hava dolaşımından olabildiğince yüksek verimle faydalanabileceği bir şekilde açtı. Odası ve yatağı soğuyadururken, o evin holünde bulunan boy aynasına doğru yol aldı. Kendini aynaya paralel düzene getirdi ve içtenlikle selamladı. Bir kere de yapmadı bunu. Defalarca tekrar etti. Her seferinde daha da mutlu oluyor, dönüştüğü kişi için minnet duyuyordu. Yarım saat kadar oyalandıktan sonra gerisin geri pencereleri kapadı, yatağına döndü ve anlatmaya kaldığı yerden devam etti. 


“Bayım, size daha önce söz ettiğim gibi o zamanlar kovuluşumun ilk yıllarıydı ve ben, yapacak hiçbir şeyi olmayan adam, zamanımı doldurmak için yeni hobiler buluyor, her günümü planlıyordum. Çalışma hayatından kalma kırıntılar da içeriyordu tabii. Sabah rutinini koruma fikri bunların en büyüğüydü. Sabah erkenden kalkar, kırk beş dakikalık sporumun ardından duş alır, bir önceki geceden özenle hazırlanmış kıyafetlerimi giyer sonra da kahvaltı ederdim. Kahvaltıdan sonraysa bir türlü vazgeçemediğim gazete keyfime geçerdim. E-gazetelere alışamayan ve alışkanlıklarını çok zor değiştiren biri olduğum için onları tek tek kâğıtlara basar, hazırladığım kahveyi içerken haberleri incelerdim. Takdiriniz, yaşadığımız zamanda kargaşanın olmadığı bir gün yoktur ki gündeme bir anlığına gözümüzü kapatalım. Ülkemizi ve milletimizi korumak, haklarını gözetmek için takipçi olmalıyız. Çok önemli bu, çok önem veririm. 


Neyse, biz anlatımıza dönelim. Gazete faslına hazırlanmış, beni bekleyen kâğıtlara göz gezdirmeye başlamıştım. Tarafsızlığını kaybetmiş ve birbirini tekrar eden olaylar silsilesi canımı sıkmaya başlamıştı ki köşede küçük puntoyla yazılmış bir haber dikkatimi çekti. Haberde yazana göre bu toprakların yetiştirdiği bir müzisyen, yaptığı işin kalitesiyle uluslararası arenada dikkatleri çekmeyi başarmış ve karşılığında da ödüle layık görülmüştü. 


Düşünebiliyor musunuz? Köşede bir yere, küçük puntolarla yazılmış. Ülkesinde popülerlikten uzak olan seçtiği sanat dalı nedeniyle ona en fazla bu kadar değer verilmişti işte. Ufak bir köşe yazısından daha değerli görülmemişti. Değersizleştirme olarak kabul edilebilecek bu hareketin sonucunda okuyanların ilgisini ve takdirini en fazla bir dakika kadar kazanabilecek, sonra unutulup gidecekti.  


Medyaya kızgınlığımın üstesinden çabuk geldim. Arzı yaratan değer bilmez insanlar yüzünden, onlara hitap eden gazeteyi yargılamanın ne kadar saçma olduğunun farkına varmak yetti. Tabii bu hengâmede, olan sanatçıya olacak, yetişkin insanların yarattığı aptallık rüzgârına ondan ilham alabilecek genç fidanları kurban verecekti. Bu durum toplumun algısının bir sonucuydu ama onlara sorsan popüler bir iş seçseydi de böyle olmasaydı. 


Üzüntülerim arasından sıyrılınca vicdanıma binen yükü hissettim. Lütfen beni anlayın. Benim toplumumun yaptığı bu hareket, içime öküz oturmasına sebep olmuştu. Sanatçıdan, her şey adına özür dilemek istiyordum. Göz göze gelebilmek, üzüntümü dile getirmek için fotoğrafına dikkatlice baktım.  


Tanıdık bir sima, geçmişimden bir hayalet… Gülüşünden tanıdım onu, üstümde hâlâ etkisi var. İlk başta çıkaramamam normaldi çünkü bu kadınla hikâyemiz bugünden yirmi küsur yıl kadar önce gerçekleşmiş bir üniversite etkinliğinden kalma. Tamamlanmamış ve potansiyeli olan mutluluğa ulaşamamış bir hikâye. Ve ben anlaşılabilmek için size bu hikâyeden de bahsetmeliyim. 


Onunla tanışmadan önce bugün olduğum benden çok farklıydım. Dünya benim için yaratılmıştı ve her şey benim etrafımda dönüyordu. Küçük dağları ben yaratmıştım anlayacağınız. En çok sinirimi bozan da benim için yaratılmışlarla zar zor hayatta kalmaya çalışan bilgi ve para yoksunu insanların benimle konuşmaya cüret etmeleriydi. Bana akıl vermeyi kesselerdi keşke. Yapabilselerdi kendi hayatlarında fark yaratırlardı. O zamanlar istediğim gibi yaşar, özgürlüğümü delicesine savunurdum.  


Özgürlük dedimse sakın dikkate almayın. Sadece şımarık bir çocuğun 'Önemli olan tek varlık benim ve istediğimi yapabilmeliyim.' tanımıyla dile getirilmiş, kullanımından kaynaklı manasını yitirmiş sıradan bir kelime. Geçmişimin her zerresinden gurur duyamam ya. 


Dikkatimi çekmesinin nedeni de tam olarak bunlardı zaten. Zıddını sürekli kararlılıkla ve güçlüce çeken bir mıknatıs gibiydim. O ise benim negatif kutbum olmaya güzel bir adaydı. 


Onu anlamada başarılı olabilmiş miydim emin değilim ama anlatmaya çalışacağım. Ve takdir edersiniz ki yirmi küsur yıl eskiden, uzun süre öncesinden bahsederken anlatılanlara yaşanılan olaylar değil hissedilen duygular hâkimdir. Bu sebeple duygu ağırlıklı bir anlatım benimseyeceğim. 


Ortalama bir kadından birazcık uzun, sahip olduğu dalgalı saçlarının genelde geniş omuzlarına dökülmesine izin veren ve orantısal yüzüne lensle mavileşmiş gözleri eşlik eden güzel bir kadındı. Toplumda sahip olduğun statünün ne anlama geldiğini erken yaşlarda fark etmişti. Hep kendini geliştirmek için çalışmış, özellikle insan ilişkilerinde ve kendi hikâyesini anlatabilmedeki yeteneği görülmeye değerdi. Adını derinlerime gömmüş olmalıyım, zira haberde yazmasaydı ulaşamazdım.  


Kendini üstün insan zanneden ve istediği her şeyin hakkı olduğunu düşünen bana, zamanla çalışmanın erdemini öğretmiş, istediğini bilen net duruşuyla bedenen güçlü ve kalıplı olmasına güvenen ve bütün meselelerin çözümünü yumruğuna atfeden benliğime diz çöktürtmüştü. Ve daha toyken bunu nasıl başardığını anlamamış, sırf bu yüzden korku ile karışık merakla bu durumdan büyük zevk almıştım. 


Hikâyenin akışından bahsetmek gerek biraz da. Onunla tanışmamız, üniversite dönemime denk gelmişti. Senenin ilk gününde elimde defter, bir arkadaşıma kulübü için üye toplamasına yardım ederken kararsız ama istekli bakışlarını fark ettiğimi anımsıyorum. O, çekingenliğe karşı savaşını verirken ben kaçamak bakışlarla onu izliyordum. Eğlenebileceğim bir uğraş gibi gelmişti, günümü güzelleştirmeye aday bir heyecandan ibaretti benim için. Ne yapmak istediğini anlamak zor değildi. Zaten ne yapmak istediğinden çok nasıl yapacağı merak konusuydu. 


Birkaç kez adım atar gibi oldu. Oldu da durdurdu kendini. O, bunu hissettiğimin farkında bile değildi çünkü içindeki fırtına ile uğraşıyordu. Bakışlarının titrekliğinden bunu anlıyordum. Yanındaki arkadaşıyla konuştu, ondan güç almasaydı şansını denemezdi bile belki. Duruşunu bana yönlendirdi ve ilk adımı attı. O an, dönüşü olmadığını ikimiz de biliyorduk. Yanıma geldi. Adını öğrendim, adımı söyledim. Konuştuk. Güldü. O güldükçe ben şaşırdım. İnsan nasıl bu kadar içten gülebilirdi. Hayret! 


İlk görüşte aşka inanmam ama ilk görüşte anlarım duyguları, bilirim insanı bir bakışta öğrenmeyi. Kendimi övmek değil niyetim, yanlış anlamayın. Bu konuda bir taktiğim var. İnsan insan dediğin, susup gözlerinin içine merakla baksan aşka gelir, anlatır zaten kendini. Sadece bana bahşedilmiş bir yetenek değil bu, zamanla öğrenilmiş ve deneyime tabi. 


Hikâyenin sonrası iki duygunun savaşını konu alıyor. Bir yanda okyanusu doldurabilecek mutluluk seli, diğer yanda bir damla korku. 


Hayallerinizde yaşattığınız insanın ikizini bulsaydınız ne yapardınız? Size sormama izin verin. Ben korktum. Yüzeysel cevap vermem gerekirse kaybetmekten, daha derinde ise layık olamamaktan. Korktum işte. Biliyordum, henüz ne kendimi gerçekleştirmiş ne de sevmiştim. Kendine tahammülü olmayan, kendini bile mutlu edememiş bir insanken o içten gülüşün sürekliliğini nasıl sağlayabilirdim ki. Bu düşünce silsilesi sonunda, beni şaşırtan hatta delice mutlu eden o gülüşün, artık korku ve endişe kaynağı olmasına neden olmuştu. Doğru olan, duygularımın değişimini onunla paylaşmaktı belki. Ama içimdeki narsisizm mağduru benlik, bunları paylaşmamı engelledi ve daha da derine gömdü. Çözümü uzaklaşmakta buldum. Tersledim, kötü davrandım, umursamadım, dinlemedim. O ise sessizce gitti. 


'Gitmesini umursadım, beni çok etkiledi.' desem yalan söylemiş olurum. Yaptığım manasız davranışların bir nedeni vardı ve istediğim buydu sonuçta. Bana güzel özellikler katmıştı ki bunlardan en önemlisi çalışma erdemine sahip olursam başarılamayacak hiçbir şeyin olmadığını öğrenmemdi. Sonrası için de planım belliydi, kendimi layık hissedene kadar çalışacak ve geri dönüp kazanan olacaktım. 


Ondan öğrendiklerimle çalışıp durdum. Hedef koydum, başardım, tatmin etmedi ve layık hissettirmedi. Yeni bir hedef koydum, onu da başardım. Yaptıklarımdan mutlu olamadım ve risk almaya başladım. Kazandığım bütün başarıları yok edebilecek düzeyde zorladım sınırlarımı, daha da büyüdüm. Belki de bu toprakların benden beklemediği kadar başarılı biri oldum. Herkesin sevgisini ve saygısını kazandım. Peki, dönüp kendime baktığımda mutlu muydum? Pek sanmıyorum. Bu kargaşada amacımı unutmuş, oradan oraya savrulmuştum. Daha doğrusu, amacım zamanla önemini yitirmişti ve ben kazandıklarımla kimseyi önemsemez olmuştum. Zamanda geriye dönüp onun için savaşsam, yanından ayrılmayıp ona layık olmak için durmadan çabalasam, yüzünden gülüşünü eksik etmesem mutlu olur muydum? Emin değilim. Yaşanmamışlıklar üzerine konuşmak anlamsız. Anladım, lanetli bir adamım ben, sürekli mutluluğun peşinde ve asla mutlu olamayacağını zanneden. 


Bir gazete haberinin yarattığı çatlaktan filizlenen hatıralarımda gezinmek, hayatımı yalanların etrafına inşa ettiğimi fark ettirdi. Kalktım, yansımama baktım. Tiksindim kendimden, daha doğrusu dönüştüğüm kişiden. Gerek yoktu bana, olmasaydım her şey çok daha güzel olurdu. Kendimi gerçek hayattan silemezdim belki ama zihnimden silmemi ne engelleyebilirdi ki. Var olmayı hiç hak etmemiştim sonuçta. Hep daha fazlasını istemiş, yarınların sahibi olmak için bugünümü köleleştirmiştim. Dün yaşanılanlar önemsizdi. Güçlüydüm çünkü. Nasıl yaşanmış olursa olsun benim dediğim yazılırdı tarihe. Ama içten içe biliyordum ki onca gücün, varlığın ardında, yaşamı değersiz bir hiçtim. Sadece kendine değer vermiş, kendini değersizleştirmiş bir hiç!” 


Duraksadı. Kendine anlatırken bile olsa o anlara geri dönmek; yüzünde, burkulan bir yüreğin yansıması olarak yer aldı. Uzandığı yerden doğrulup yüzünü cama yaklaştırdı. Doğa, yağmurun yarattığı kucaklayıcı ve samimi sesle sarılmış uyuyordu. Belki yüreğini de sarabilirdi. Denemesinin önünde bir neden yoktu ve ağrılarının ilacı olacakmışçasına kendini usulca beyaz gürültüye bıraktı. Ellerini kavuşturup başına yastık yaptı, gözlerini kapayıp yağmuru dinlemeye koyuldu. 


Yağmur ritmini değiştirmeden yağmaya devam etti. Ortaya çıkan güzel görüntü kendini rahat ve güvende hissetmesini, oluşan sesin tekdüzeliği ise düşüncelerinin üzerinde üstünlük kurmasını sağladı. Göz kapakları, arada açmaya çalışsa da yavaşça kapanmış, vücudu zihnine karşı zafer kazanarak uykuya dalmıştı. Her ne kadar boyun eğmeden yaşamış olsa da Âdem, evrende var olan diğer bütün maddeler gibi durağanlıkta huzur buluyordu.  


Huzura ulaşmanın zor, elinde tutmanın daha da zor olduğunu bilen bu adama; doğa, kötü bir sürpriz yapmıştı. Evine çok yakın bir yere büyük bir ihtişamla çakan yıldırım, gecesini aydınlattı. Beklenmedik bu atak, kısa süreli korkuya neden olmuş, geride uyku namına bir şey bırakmamıştı. Bir müddet yatakta doğrulmuş halde halının desenlerinde kayboldu. Minnettardı. Gaflete düşüp odağının bozulmasına izin verdiği bu anda, neredeyse ilk kez anlatımını yarım bırakacaktı. İyice kendine geldiğinden emin olunca tekrar yatağına uzanmış, sunumuna kaldığı yerden devam etmişti.


“Nerede kaldığımı hatırlamam için zaman verin. Düştüğüm duygu çıkmazına kadar anlatmıştım sanırım. Sırada, çukurun yarattığı etkiden bahsetmek vardı. 


Kendime yaptığım itiraflar sonunda gözümü karartmıştım. Varlığımın amacı yoksa var olmamın gereği de yoktu. Bütün duyularımı kontrol altında tutmayı ve düşünmemeyi görev edindim. Bir nedene bağlamaksızın çalışma odamı ortasında bir sandalye kalacak şekilde değiştirdim. Oturdum. 


Kararlıydım. Ölüm gelene kadar kımıldamayacaktım, olduğum yerde oturacak ve gelmesini bekleyecektim. 


Bilmem kaç zaman sonra bilincimin yavaş yavaş terk ettiği bedenimin karıncalandığını hissediyordum. Evet! Her şeyin farkındaydım, gözler hâlâ benim gözlerimdi ama o kadardı. Yüzümü duvara çevirmiş boş boş bakıyordum. 


Yetki bende değilken bile inadımı devam ettiriyor, ölmeyi bekliyordum sanırım. Oturduğum yerden uzun uzun baktığım duvarı artık göremez olduğum anda kalktım. Zaman algımı yitirmiş bir haldeydim. Artık nedensiz hareket ediyor ya da en azından nedenini bilmiyordum.  


Hızlı adımlarla giysi odama yöneldim. Ütülenmiş, giydiğimde üstüme tam oturan bütün gömleklerimi teker teker asılı oldukları yerden çıkarıp boşluğa savurdum. En arkalarda belki bir gün, kullanmadığım bütün o tatilleri kullanacağım günler gelir de bir tatil kasabasına giderek değerlendiririm diye aldığım ama hiç giymediğim desensiz bol kesim gömlekle karşılaşınca duraksadım. Büyük bir özenle köşeye ayırdım ve üstümdeki mavi düz çizgili gömleği yırtıp attıktan sonra onu usulca giymeye başladım. 


Giysi odasından ayrılmış, rotayı bir başka odaya kırmıştım bile. Hangi odanın yeni hedef olduğunu ilk anda inanın ben de bilmiyordum. Sadece olaylar gerçekleşince bilgisine kavuşuyor, nedenine akıl erdiremiyordum. Daha az önce planını düzenlediğim çalışma odama girip çıldırmışçasına her şeyi kırmamın, elime geleni camdan dışarı atmamın ne nedeni olabilirdi ki.  


Duvar kâğıtlarını sökmüş, pencereyi çıplak bırakmıştım. Geride hiçbir şeyin kalmadığına emin olduktan sonra odadan uzaklaşmış, içerideki sandalyeyi de kırdığım için olsa gerek, verandadan iki sandalye ve basılı gazetelerin birkaçını alıp dönmüştüm. Odanın tam ortasına birbirlerine yüzleri dönük olacak şekilde iki sandalyeyi koydum ve gazete kâğıtlarıyla pencerenin çıplaklığını giderdim. Kapıya uzak sandalyeye oturdum ve beklemeye başladım. 


Ben, ölüme kucak açmış beklerken vücudum durumu kabullenmemişti. Nasıl anlatsam daha anlaşılır olur acaba? Bu durum, denize intihar amacıyla atlamış bir adamın vücudunun durumu kabullenmemesi, kollarının ve bacaklarının gayriihtiyari çırpınmasına engel olamamasına benziyordu. Yaşama arzusuydu bu. Bulunduğum konumda bütün hareket iradesini vücuduna kaybetmiş bense bu çırpınışları şimdilik görmezden gelmeyi tercih etmiştim. 


İtaat ettim. Oturduğum yerde sessizlikten keyif alarak bekledim. Arada anlamlandırmanın imkânsız olduğu bir hızla kalkıyor, basit ihtiyaçlarımı karşılayıp yerime dönüyordum. Sandalyede yemek yedim, sandalyede yattım. Günler gelip gitti ama değişim olmadı.  


Bitkisel hayata benzer yaşamımın başlangıcının üstünden sekiz gün geçmişti. Yağmurlu bir öğlenin ardından gelen serin bir akşamdı. Kapının çalışını duydum. Beklediğim o şey her ne ise gelmişti. 


Yavaşça doğruldum. Adımlarımın, hareketlerimin bir ruhu yoktu ilk başlarda. Elimde kapının kolunu hissettiğim anda iradenin bana geri verildiğini anladım. Durmanın bir manası yoktu ve ben kapıyı açtım.’’ 


Aniden durdu Âdem. Ayağa kalkıp odasının içinde volta atmaya başladı. İlk anlarda ne uyuyor ne konuşuyor oluşuna anlam veremedim. Sonuçta beni, sürekli tekrarladığı söylenen bu ritüeli gözlemlemem için görevlendirmişti. Ortada manalı bir sorun yokken ara vermiş olması beni biraz şaşırttı. Yanımda duran, evin çalışanlarına sordum. Tek söyledikleri, hikâye bu evreye geldiğinde nasıl betimleyeceğini bilemez ve her seferinde farklı bir anlatım sergiler, olmuştu. Sakinliğimi korudum ve bir müddet sürecek olan aynı hareketler silsilesini izlemeye devam ettim. 


“Bayım, kargaşamı mazur görün. Kapıyı açtığımda dünyaya açılmadı da sanki, nasıl desem… Bir ayna vardı ve kendimi görüyordum ama ayna gibi de değildi. Sağımda olanlar solumda, solumda olanlar sağımda görünüyor; yansımamsa hareketlerimin başladığı yerleri bitiriş için kullanıyordu. Evet, evet, biliyorum, hiç anlaşılabilir bir tasvir değil bu ama anladığımı iddia etmedim. Tek bildiğim karşımda bir ben daha vardı, ben ona bakarken o da bana bakıyordu ama eş zamanlı bir yansıma olmadığına neredeyse emindim. Parmağımı uzattım, diğer bene dokunmak istedim, o da parmağını geri çeker gibi bana uzattı.  


Teninin yani tenimin sıcaklığını hissettiğimde artık benden bağımsız hareket edebiliyordu. Örneğin o an bakışlarımı şaşkınlık bürümüştü ama o daha çok heyecanlı ve sabırsız bakışlara sahipti. Seslendi bana, 'Âdem' dedi. 


'Ben Adem. Evet, ben senim. Seninle aynı anda hiç yaşamamış, senin anılarının ne olduğundan bihaber, sen.'


Küçük dilini yutma deyimi, hiç bu kadar gerçek olmamıştı. Ağzımda gevelediğim onca cümle vardı ve belki de hepsi söylenmeliydi. Düştüğüm sıkıntıysa onları bir türlü sıraya sokamamamdan kaynaklanıyordu. Hepsi aynı anda çıkmaya çalışıyor, bense hiç konuşamıyordum. 


'İzin ver, hepsini açıklayayım. Az önce dağıtıp yeni bir düzene soktuğun çalışma odasında koyduğun ikinci oturak benim. Bu konuşma kaderimizde var. Nedenini bilmesek hatta hiçbir zaman bilemesek bile bu gerekli. Ben neden yapmam gerektiğini bilmeden senin yaptığın hazırlıkları kapı deliğinden izledim. Bir müddet sonra dürtülerime yenik düştüm ve kapıyı tıklattım. Şu anın gerçek olabilmesi için senelerdir neler yapıyorum bir bilsen. Ama içten içe gerçekleşebileceğine hiç inanmamıştım. Sadece bana yapmam gereken bildirilmişti. İzin ver, içeri gidelim, sana hepsini anlatayım.'


Ben, eskiden hayatıma amaç olarak belirlediğim bir kadına layık olma yükümlülüğüm altında ezilirken yetmezmiş gibi karşıma oturmuş kendime bakıyordum. Çok saçma bir cümle kurduğumu biliyorum, durumu ne kadar da iyi anlatıyor. 


Bir sandalyeye ben, diğerine Adem oturdu. Hikâyesini anlatmaya başlamadan önce, nereden başlayacağını bilemezmiş gibi bir müddet gözüme bakmakla yetindi.  


'Arkadaş, sanırım evrenlerimiz arasındaki farkı anlatarak başlamalıyım. Sen kendi evreninde doğdun, büyüdün, bugünü arkada bıraktığında zamanla yaşlanacak ve öleceksin. Bense kendi evrenimde sen öldüğün gün dirildim, küçüldüm, bugünü arkada bıraktığımda zamanla gençleşecek ve doğduğum anda biteceğim. Hazmetmesi, anlaması zor biliyorum. Ama evren dediğin böyle işliyor. Kader döngüden ibaret, benim burada olmamın sebebi de bu döngüyü değiştirebilme şansını yakalamak istemem. Bugüne kadar yaşadıklarını sen biliyorsun, bugünden sonra yaşayacaklarını da ben. Eğer sana birazdan sunacağım teklifi kabul edersen sen geçmişi, bense geleceği değiştirebilirim. Gelecek ben öldüğümde son bulur. Değiştirdiğin geçmişse seninle beraber doğar ve tekrar yaşanır.'


Karşımda oturan ve bana tıpatıp benzeyen bu adamın söyledikleri karşısında dehşete düşmüştüm. Aklımı kaybetmiş olmalıydım. Zira ipin elimden kaydığını hissediyordum. Neden sonra içimden, vücudumu bunca zaman ölüme zorlamam, aklımı etkilemiş olabilir, diye geçirdim. Artık hiçbirinden emin olamıyordum. Alabileceğim tek aksiyon olduğuna inandığım ya da duymak istediklerim için böyle sandığım sorular sorarak hikâyesinin doğruluğunu kanıtlama şansı verme düşüncesi zihnimde yankılanıyordu. 'Âdem' dedim.


'Şu an aynayla konuşmaya çalışan bir adam gibi hissetmemi mazur gör. Sana inanamıyorum. İnanmak istemediğimden değil. Lütfen, yalvarırım kendini kanıtla, bana gelecekten bahset. Ondan bahset mesela, bugün beni bu hale düşürenden. Geri dönebildik mi ona, bir gün layık olabildik mi?'


'Anlayamıyor oluşun normal. Hatta sorduğun sorulara, daha fazla zorluk çekme diye, senin evreninin işleyiş biçimiyle cevap vereceğim. Evet, geri dönebildik ona ama bizi istemedi. Layık olabildik mi kısmınaysa cevabım emin değilim, olmalı. Çünkü geri dönüp onu bulduğumuzda ölümle çoktan kucaklaşmıştı. Doktorları kanser olduğunu bildirmiş o ise tedavi olmayı istememişti. Engel olamadık. Bir önemimiz yoktu. Sadece uzaktan izledik. Ama sonraları başka bir kadın çıktı karşımıza. Çok sevdik onu da. Evlendik, bir çocuğa ebeveyn olduk hatta. Çocuk büyüdü, asla sevmedi bizi. Değiştiremedik düşüncelerini. Seksen yaşında, karısını ellilerinde kaybetmiş, çocuğunun görmeye tahammül edemediği, beş parasız bir adam olarak son buldu hikâyemiz. Şimdi tekrar soruyorum sana, kaderimizi değiştirmek istemez misin?'


Ey Adnan! Duyuyor musun? Âdem’i en son o zaman gördüm. Benimle beraber bu savaşı vermeyi kabul etti. Kapıdan geçti ve geçit, bir sonraki hayata kadar kapandı. En başta neye sahipsek hepsini sattım. Diğer hayatımdan bildiğim bütün başaranları tek tek bulup yatırımcıları oldum. Sayamadığım kadar çok para kazandım. Sevdiğim kadını tekrar buldum. Onunla tekrar evlendim. Yine çocuğumuz oldu ama küçük yaşta öldü. Sen şimdi zannediyorsun ki ben kaderi değiştirdim. Hayır, hayır. Ben kendime, Âdem’e yalan söyledim. Uğruna hayatından vazgeçtiği kadına hiç kavuşamadık derken, beş parasız öldük derken, çocuğumuz bizi hiç sevmedi derken, sevdiğimiz kadın kansere boyun eğdi derken ben Âdem’e yalan söyledim. Bugün burada öleceğim ve diğer evrende dirileceğim. Zamanı geldiğinde yine Âdem’i kandıracağım. Asla ama asla hiç kimse olduğumuz o günleri ben yaşamayacağım.”