“Ah İsrail!” diye içli içli yazıklandı Kemal.


Camdan dışarıya bakan gözlerindeki pustan havaya yükselen patlamalar yansıyordu. Yanaklarını ıslatan yaşlar cayır cayır yanan yüreğinin sözleriydi. Türk’tü Kemal ama Müslümandı da, yeni satın aldığı evin borçlarını ödeyebilmek için İsrail’e işçi olarak gelmişti. Fakat gördükleri karşısında İsrail’e lanet etmekten başka bir söz sanki bilmiyordu. Eşi telefondan seslenip duruyordu oysa Kemal gözlerini Gazze’den alamıyordu, lal olmuştu.


İşçi lojmanı Gazze’nin tam karşısında yer alıyordu, yaratılan kıyametin en ön seyircileri bu lojmanda yaşayan Türkler idi. Ne kadar güvende olsalar da Filistinlilerle beraber katledilen ruhları aynı soykırımın saldırısına uğruyordu. İnsanlık her an Gazze’de ölüyordu.


“Kemal? Bu sesler savaşın sesi mi?” diye sordu eşi usulca.


Kemal’in göz bendinden taşan yaşlar çenesine yuvarlandı ve o an kendine gelir gibi oldu.


“Ne savaşı Asiye? Burada katliam var. Savaş dediğin iki taraflı olur.”


Çaresizlikle sustu Kemal, Asiye de sustu sadece bomba sesleri ve çığlıklar duyuluyordu. Asiye, Ankara’daki evinden huzurlu bir vatanı olmasından utanarak hıçkırıklara boğuldu, canından çok sevdiği kocası cehennemin tam ortasında kalmıştı.


Kemal’in tek düşündüğü körpecik oğullarıydı, yüzleri gözünün önünden bir türlü gitmiyordu, gözlerinin şahit olduğu her şeyde oğullarının bir yansımasını görüyor, her anne baba haykırışında kendisiymiş gibi içine kor ateşler düşüyordu. Kemal’in gökyüzünden ateşler yağıyordu.


Usulca telefonu kulağından aşağı indirdi Kemal ve kapatma tuşuna bastı. Günlerdir savaşa seyirci kalmanın içinde yarattığı tufanın girdabına sürükleniyordu. Bilinmeyen bir hınç gözlerine karanlık bir perde gibi indi. Sert adımları taş zemini ezerken kendini herkesin toplanmış olduğu büyük salonda buldu. Bütün gözler Kemal’in gözleri gibi perişandı, bütün kalpler paramparçaydı artık korkmaktan yorgun düşmüşlerdi.


“Kardeşlerim!” diye bağırdı.


“Bu soykırıma sessiz mi kalacağız?” diye sorarken sesindeki cesaret naçar bir tonda bitti.


Yüzler ilgiyle Kemal’e dönmüştü, herkes aynı şeyi düşünüyordu. Yumruğunu masaya vurarak tempo tutmaya başlayan adam diğer işçilere baş olmuştu.


“Bu bizim savaşımız değilse burada neden zorla tutuluyoruz?”


Yumruklar hep birlikte masaya mütemadiyen iniyorlardı.


“Doğru söylüyorsun,” diye yanıtlayanlar ayağa kalkıp Kemal’in yanında durmuşlardı.


“Varın gidelim öleceksek güzel vatanımızda ölelim,” dedi Kemal.


Sözleri hamasetli ama gözleri dolu doluydu. Bütün işçiler ayaklanmıştı koridoru kaplayan bir güruh halinde patronun bulunduğu ofise yürümeye başladılar. Geçtikleri yerden buldukları sopaları, taşları ellerine alıyorlardı. Bu zulme artık sessiz kalmayacaklardı.


İnsan olduğunu hissetmeyince göğüsteki kalbin ne anlamı vardı? 


Bu zalimlikten bize neyse neden yüreklerimiz cehennem yeriydi?


İşçilerin aklında binbir soru kalplerinde yegâne bir utkuyla patronun ofisini bastılar. En önde Kemal arkasında sayısız işçi öfkeyle saldırmak için hazır yırtıcı hayvanlar gibi bakınıyorlardı. Patron gözlüğünü dikkatlice çıkarttı ve sakinlikle katlayarak masaya bıraktı.


“Ne oluyor?”


Sanki dışarıda bir katliam yokmuş, insanlar ölmüyormuş gibi sorulan bu soru karşısında Kemal atik bir hareketle öne atıldı ve masanın üzerinden patronun yakasına yapıştı. İlk yumruğu atan Kemal, yere düşen patronla birlikte yere yuvarlandı. Diğerleri de Kemal’i takip ettiğinde ezilen Müslümanlık gururlarını Yahudi patronu döverek dindirmeye çalıştılar. Patron bayılmasına ramak kala Kemal durdu ve herkesi de durdurdu.


“Kardeşlerim,” dedi ve devam etti “Ölüsü işimize yaramaz bu ırkçı Yahudi’nin, gelin ülkemize dönelim.”


Öfke saçılan gözler Kemal’i haklı bularak durmuşlardı fakat kimsenin yüreği soğumamıştı. Hepsinin eşleri, dostları, çocukları vardı…


Patron güçlükle doğruldu ve derhal telefonuna sarıldı, birkaç cümle kurduktan sonra Türk işçilere döndü. İki elleri de havaya kalkmış ve işçilere açık avcu dönüktü.


“Bana zarar vermeyin, hepinizi kendi uçağımla göndereceğim evlerinize,” dedi yarım yamalak Türkçesiyle.


Yine de temkinliydi Kemal, uçak lojmanın sahasına inene kadar patronu rehin tuttu. Ne eşya ne de para umurlarında değildi, acı ve korku Türk işçilerin kanına işlemişti. Vatan toprağına indiklerinde işçilerin gözleri dolu doluydu hatta bazıları ağlıyordu.


“Ne mutlu Türk’üm diyene!” diye mırıldandı Kemal.


Temiz ve huzurlu havayı derince içine çekti ve titrek dudaklarından yavaşça soludu.


Evindeydi Kemal, Asiye bebekler gibi bakıyordu ona ama zayıflamıştı Asiye, gözleri ağlamaktan çökmüştü. Ne yese yarısında duraksıyordu Kemal ne yapsa yarısında kal geliyordu. Günlerce oğullarını koklayıp, yanaklarından öptü, en büyük oğlu üniversite de olmasına rağmen sürekli onu da arayıp eve çağırıyordu sanki onun yokluğuyla evladını Filistin’de kaybetmiş bir babanın acısıyla yüreği yanıyordu.


Evde sürekli bir haber kanalı açıktı ve gece gündüz Kemal o ekranın başındaydı, zaman zaman ağlayarak izliyordu zaman zaman da şükrederek. Arapların soysuzluğuna sunturlu küfürler diziyordu sonra Ortadoğu’nun sessizliğine lanet ediyordu. İkiyüzlü siyasetin, din savaşlarının canı cehenneme, diyordu. Musa peygamber bugünleri görseydi, diye geçirdi içinden, bugünkü Yahudileri bilseydi dua etmek şöyle dursun Kızıl Deniz’de kendisi boğardı.


Tanrı’nın meleğiyle güreşen cesur Yakup’a meleğin İsrail demesiyle İsrail adını alan Filistin topraklarında Filistinliler sürgündü. Fakat Kemal her şeyin ayrımındaydı. Gazze’de Filistinlilere anlatılmak istenen Allah’ın olmadığıydı. Madem bir Allah vardı, neden yardım etmiyor diye soruyorlardı.


Zaten insanlık ne zaman rayından çıksa suçlanacak bir Tanrı elbette bulunurdu.


Her gece aynı yoldan evine yürüyordu Kemal. Sokaklar tenha ve yollar hep aynı düzlükteydi. Sanki hayat bu yol gibi bir şeydi, her gün aynı yoldan aynı yorgunlukla eve yürümek ama hiç varamamaktı. Zaman adımlarında yorgunluk kalbinde gökyüzünün altında demlenerek ilerlemeye devam etti.