Bir zamanlar öğrencisi olduğum bu şehrin ilçesindeyim. İlçeye beş kilometre uzaklıkta yüksek bir tepenin bağrında bulunan İshak Paşa Sarayı'nı geziyorum. Saray onlarca odası, camisi, zindanları, hamamları, surları, merasim ve eğlence salonları, duvarlara yerleştirilmiş hayvan figürleriyle Osmanlı medeniyetinin son şeddadi yapıtlarından biri. Sayılamayacak kadar çok beylere mihmandarlık eden evladiyelik kartal yuvası, şimdi kafesteki bir kuş kadar yapayalnız. Istırap kokan sarayın, Ağrı Dağı’yla uzaktan uzağa dertleştiğini hissederek ayrılıyorum. Sarayın yakınlarında 17.yüzyılda yaşamış şair, tarihçi ve mutasavvıf bir din âlimi olan Ahmed-i Hâni’nin türbesini ziyaret edip dua ediyorum. Ahmet Hâni, Hâni aşiretinden olup medreselerde müderrislik, saraylarda kâtiplik yapmıştır. Arapça, Farsça, Kürtçe ve Türkçe olmak üzere dört dil bilmektedir. Bilindiği gibi en meşhur eseri bir aşk hikâyesi olan “Mem û Zîn”dir. Hikâyenin ana temasını bozmadan bazı yerlerini hayal dünyama göre kurgulamak istedim ve istedim ki hissiyatıma göre anlatmaya çalıştığım hikâyeyi dibace okuyucularıyla paylaşayım. 


İki kız kardeşin ağabeyi Cizre Beyi Mir Zeynuddin günlerden bir gün ava çıkmıştı. Bunu fırsat bilen Mem ise sevdiği kızı görmek için Mir Zeynuddin Bey’in has bahçesine gitmişti. Bahçede rengârenk çiçekler, ağaçlar ve ağaçlara kümelenmiş aşiyanlardan yükselen cıvıl cıvıl kuş sesleri vardı. Fakat Mem’in aradığı elbette bunlar değildi. Zîn, sevgilisini bahçede görmüş lakin yanına gitme cesaretini gösterememişti. Oysa ne zamandır bu anı bekliyordu. Sevgilisiyle konuşmak, dertleşmek, ona aşkını ilan etmek için ne de güzel bir fırsattı. Yalnız sebebini tam olarak bilemediği bir ürkeklik vardı içinde.

“Arz-ı hal etmeye cana seni tenha bulamam

Seni tenhada bulunca kendimi asla bulamam.”

Galiba bu ürkeklik aşktan olmalıydı. İlk defa baş başa kalmışlardı ama Zîn, Mem’i bulduğunda kendisini kaybetmişti. Âşık maşukunda yok olmuştu. Mem, Bey'in bahçesinin yeşillikleri arasında hâlâ Zîn’i aramaya devam ediyordu. Yorulduğunu fark edince sevgilisini hatırlatan muttasıl güllerin çok olduğu yerlerin birinde karar kılıp oturdu. Zîn ise gizlendiği Çınar ağacının arkasında maşukunu seyretmeye devam ediyordu. Yakınındayken uzak olmaktansa uzaktayken yakın olmanın daha iyi olduğunu düşünüyordu belki de. Bu esnada Mem, izlendiğinden habersiz sevgilisine duyduğu aşkı kopardığı kırmızı bir güle anlatmaya başladı:

“Ey gül! Gerçi sende nazeninsin,

Sen nerde, Zin’in yüzünün rengi nerde?”

Sevgilisinin övgü dolu sözlerine daha fazla kayıtsız kalmayacağını anlayan genç kız, gizlendiği geniş gövdeli Çınar ağacının arasından başını hafifçe ona doğru uzattı. Yüzüne vuran güneş gözlerini kamaştırıyordu. Işığa karşı bir eliyle gölge oluştururken diğer eliyle de siyah perçemlerini geriye doğru itti. Siması hiç olmadığı kadar parlaktı. Kalem kaşları, zeytin gözleri vardı. Kirpikleri bir ceylanınki kadar uzundu. Boyu fidan, beli inceydi. Genç delikanlı, güle söylediklerini tam sevdiğine söyleyecekti ki bahçe kapısının gıcırtısı buna engel oldu. Ağabeyi geliyor olmalıydı. Mir Zeynuddin Bey’in adamlarıyla birlikte bahçeye doğru ilerlemeye başladığını görünce başka birinin olma ihtimali de kendiliğinden ortadan kalktı. Zîn, bir anda arkasındaki koca gövdeli ağacın arkasına gizlendi. Güller arasında kalan Mem’in zaten o an için gizlenme şansı yoktu. Bey, karşısındaki genci görünce yüzü sinirden kıpkırmızı kesildi. Oysa az önce bahçeye girdiğinde ne de neşeli görünüyordu. Öfkeden boyun damarları patlayacak gibi dışarı fırlamıştı. Alnının ortasında birleşen çatık kaşları ve sert bakışları karşısındaki gence korku salıyordu. Kız kardeşiyle görüşmemesi için kendisini kim bilir kaç defa uyarmış, kaç defa nasihatlerde bulunmuştu. Ama delikanlı sözlerini dikkate almadığı gibi küstahça kalkıp evine kadar da gelmişti. Öfkeden kuduran Bey, avazı çıktığı kadar bağırdı:

“Yakalayın bu adamı, yakalayııııın!”

Sesten ağaçtaki kuşlar bile ürküp kaçtılar. Mem’in ellerini bağlayıp zindana doğru götürdüklerinde Zîn, gizlendiği ağacın arkasında gözyaşı dökmekten başka elinden bir şey gelmedi. Bir ara ağabeyine görünmek istediyse de hicaptan dolayı çıkamadı. Bu hadiseyle biri zindana, diğeriyse yatağa düşmüştü. Kız kardeşinin durumu gittikçe kötüleşiyordu. Doktorlar, Mir Zeynuddin Bey’e kız kardeşinin durumunun iyi olmadığını, burnundan ve ağzından kanlar aktığını, bu duruma düşme sebebininse ince hastalık olduğunu söyleyince Bey'in adeta dünyası yıkıldı. Günlerce kardeşinin yanına uğramayan Bey, hastalığın gerçek sebebini öğrenir öğrenmez soluğu kız kardeşinin odasında aldı. Zîn, ağabeyinin baş ucuna geldiğinden habersiz, ağzı, burnu kan içerisinde baygın bir vaziyette öylece yatıyordu. Zîn’in rengi uçmuş, benzi solmuştu. Gülünce yüzünde güller açan kardeşinden eser kalmamıştı. Yatağına mıhlanmış, bir çivi gibi hareketsiz duruyordu. Dünyadaki tek dayanağı, gözünün nuru olan kız kardeşini böyle mahzun mu görecekti?

Kendisini tutamayan Bey, kardeşinin baş ucunda ağlamaya başladı. Onun o kadifeden yumuşak ellerini incitmeden avuçlarının içine aldı. Sımsıcaktı. Sadece elleri değil, bütün vücudu ateşler içerisinde yanıyordu. Her engelin önünde dağ gibi dimdik duran bu adam, şimdi bir çocuktan farksız hüngür hüngür ağlıyordu. Zîn’in beyaz yastığa dökülen kan damlaları ağabeyinin yüreğine öyle bir damlamıştı ki ihtimal ömür boyu da çıkmayacaktı. Acıyla dudakları titreyen Bey’in ağzından şu cümleler döküldü:

“Ey Zîn, ey gözümün nuru kardeşim! Bu aşkın gelip geçici bir heves olduğunu zannetmiştim. Meğer ne kadar da yanılmışım. Affet beni affet.”

Bey'in muvazeneyi kaybeden vicdanı nihayet asıl mecrasına dönmüş, ona hatasını telafi etme imkânı vermişti. Aslında art niyetli bir adam değildi. Tek istediği kız kardeşinin saadetiydi. Fakat unuttuğu bir şey vardı:

“Kara sevda…”

Kardeşini uzunca bir süre sessizce seyrettikten sonra iri ellerini onun sarı ve dalgalı saçlarında gezdirdi. Bey'in hıçkırıkları yarı baygın vaziyette yatağında uzanan Zîn’in göz kapaklarının açılmasına sebep oldu. Ağabeyinin yüzünde bir anda sevinç parıltıları belirmişti. Cebinden çıkardığı kardeşinin kendisine hediye ettiği işlemeli mendiliyle gözyaşlarını sildi, ardından Zîn’in yıllarca duymak isteyip de bir türlü duyamadığı o füsunkâr sözü fısıldadı kulağına:

“Ey nazlı kardeşim, zindana gidip Mem’i görebilirsin. Artık evlenmenizde hiçbir mani yok.”

Zîn, bütün ağırlıklarından kurtulan bir şehrezat gibi yatağından aniden fırladı. Az önceki halinden eser kalmamıştı. Hastalığı şifaya kalb olmuş bir halde sevinç gözyaşlarıyla odadan çıktı. Zindana varması pek uzun sürmedi. Burası ne de korkunç bir yerdi. Nasıl olmuştu da şimdiye kadar görmemişti. Pembe bir hayatın büyüsü, yer altındaki hayatla arasına anlaşılan kalın duvarlar örmüştü.

Zindana adımını atar atmaz ilk gözüne çarpan pazıları iri, boyunları kalın zebella gibi nöbetçiler oldu. Neredeyse her mahkuma bir nöbetçi düşüyordu. Birçoğu esmerdi bunların. Yüzlerindeki derin yaralar onları daha da acımasız yapıyordu. Yerin bilmem kaç metre altındaydı zindan. Havasız, rutubetli, pis kokulu ortamda ömür tüketen mahkumların halleri içler acısıydı. Hücredeki mahkumların önlerinde pis suyla ıslatılmış ekmekler vardı. Kimisi ayaklarından kimisi ellerinden prangalı olan mahkumlar suyla karışık yiyeceğe uzanırken bile zorluk çekebiliyorlardı. Elbiseleri yırtık pırtıktı. Zindanda genelde ağır suç işleyenler vardı. Katil, hırsız, ırz düşmanı vesaire… Her biri işlediği suça göre ceza görüyordu. Daha hafif ceza görenlerin hücrelerinde küçükte olsa bir pencere vardı. Ve kısmen daha genişti. Ağır suçlulara gelince yarasa gibi bir hayat yaşıyorlardı. Tek dostları karanlıktı. Bütün mahkumların ortak noktası ise yırtık elbiselerinin arasından gözüken derin yara izleriydi. Kimisinin sırtında kırbaç izi kimisinin göğsünden karnına kadar inen bıçak izleri vardı. Şuurunu kaybeden ya da kaybetmek için çaba sarf eden mahkumlar da hiç de az değildi. Bu tür mahkumların yaptığı umumiyetle gözlerini tavana dikip belirli bir noktaya mütemadiyen bakmaktı. Bu kader mahkumlarının nefes aldıkları bile kuşkuluydu. Belki de yıllardır tepkilerine kulak tıkanmasıydı bunları bu derece umursamaz kılan. Zîn, kâbus dolu zindanda hücreleri bir bir dolaştıktan sonra Mem’i en son odaların birinde ancak bulabildi. Demek ki en son tutuklanan oydu. Sevdiğinin hâli diğerlerinden hiç de farklı değildi. Mem, sırt üstü uzandığı yatağında gözlerini tavandaki sabit bir noktaya dikmiş, öylece duruyordu. İnip kalkan göğsü olmasa öldüğüne bile hükmedilebilirdi. Katillerin, canilerin, hırsızların sığınağı olan zindanda bigünah bu gencin ne işi olabilirdi? Suçu neydi? Zîn’in ne bunları düşünecek zamanı vardı ne de sevgilisi bunları anlayacak durumdaydı. Yanına iyice yaklaştı:

“Mem, Mem…” diyerek seslendi sessizce.

Mem, nar çiçeği kokan bu sesi tanıdığı halde dönüp bakmadı bile. Oysa zebunu olduğu bu ses için ömrünü hiç çekinmeden feda edebilirdi. Belki de Zîn’in gözlerine bakacak cesareti yoktu. Veyahut üzerinde gezinen ölümün keşif kollarını sevgilisinin görmesinden korkuyordu. Ama her halükârda suskunluğu hayra alamet sayılmazdı.

“Mem, sana geldim. Sende yok olmaya, gözlerinin içinde kaybolmaya geldim.” dedi, Zîn.

Mem, merhamet ve sevgiyle yankılanan bu sese daha fazla kayıtsız kalamadı. Kan çanağına dönen gözlerini zorlukla açabildi. Binbir güçlükle taşıdığı başını tavanın taş duvarından Zîn’e doğru çevirdi. Gözleri yarı baygındı. Kuruyan dudaklarının arasından ince ince kan süzülüyordu. Belli ki günlerce işkencelere maruz kalmıştı. Konuşacak takati olmasa da bir şeyler söylemesi gerektiğine inanıyordu. Bu yüzden kelimeleri israf etmeden seslendi:

— Sen beni görmek için değil, tatlı canımı almak için gelmişsin buralara.

Zîn’in en son duymak istediği sözlerdi bunlar. İki parmağıyla Mem’in çatlayan dudaklarını kapatarak:

— Şimdi bunları konuşmanın sırası mı? Hadi ne olursun kalk. Kalk da bir an evvel Bey'in huzuruna çıkalım, vuslatın iznini aldık.

Zîn, bunları söylerken Mem’in bir daha kalkamayacağını pekâlâ biliyordu. Fakat bu sevimsiz oyuna bileklerindeki zincirleri çözerken bile devam etti:

— Hadi Mem ne olursun kalk, kalk da Bey'in huzuruna çıkalım!

Mem, son bir gayretle başını kaldırdı, gözlerini şehla bakışlı Zîn’e dikerek:

— Ey sevgili! Ölümlü olan Bey, bey değildir. Ben beylerbeyinin huzuruna çıktım. Gayrısını istemem, dedi ve başı oracıkta yana düştü.

Zindanda kulakları sağır eden bir çığlık sesi yankılandı:

“Meeeeemm!”

Genç delikanlı, her zerrenin taşıyıcısı, her yağmurun habercisi olan aşkla yelken açmıştı ötelere.

“Noktası bir kitaptır aşkın

Zerresi aftabtır aşkın

Gark olur katresinde kevn-ü mekân

Gizlenir zerresinde her dû cihan”

Olayın Cizre’de duyulması uzun sürmedi. Halk, kadınlı erkekli matem için karalar giyinip Mem’in mezarının başucuna geldiklerinde Zîn’de oradaydı. Toplanan kalabalığa aldırmadan sevgilisinin mezarını avuçlayarak ağlıyordu. Neden sonra kuruyan dudaklarından şu sözler döküldü:

“Ey vücudumun ve canımın, mülkümün sahibi,

 Ben bahçeyim, sen de bahçıvan

 Senin bahçen sahipsizdir

 Sen olmazsan onlar neye yarar

 Kaşlar, gözler, zülüfler neyedir.

 Zülfümü tel tel çekeyim

 Sonra yârim sen, beni belki değişik görürsün

 En iyisi hepsi yerinde kalsın

 Hakk’a emanetini teslim edeyim.”

 

Zîn’in mezar taşına sarılırken söylediği sözler kadere fetva çıkarmış olacak ki oracıkta canını Rahman’a teslim etmişti. Kabrin başında toplananlar üst üste gelen iki ölümle oldukça üzüntülü, bir o kadar da şaşkınlardı. Fakat hiçbirinin üzüntüsü mezarın baş ucuna çöken Bey'inki kadar olamazdı. Zor günler yaşıyordu Bey. Bütün olanlardan kendisini sorumlu tutuyordu. Nasıl tutmasın ki? Zira birbirini seven iki genci ayırmakla kalmamış ikisinin de ölümüne sebep olmuştu. Ve şimdi yüreği “vicdan azabına eş” kanıyordu. Kız kardeşinin cansız bedeni toprağa bir yaprak gibi düştüğünde Bey, avazı çıktığı kadar bağırdı:

“Ziiiiin, Ziiinnnnn!”


Bey, ayağa kalktığında çıldırmış gibiydi. Elini çenesinde gezdirerek bir süre kabrin etrafında gezinmeye başladı. Kafasında bir planın olduğu her halinden belliydi. Mezar başının yanı başında duran kazmayı eline aldığında her şey kendiliğinden anlaşılmıştı. Az önce toprağa gömdüğü Mem’in mezarını şimdi kendi elleriyle hızlı hızlı kazmaya başlamıştı. Mezarını açmakla eline ne geçecekti? Kimsenin soramadığı sorunun cevabı çok geçmeden kendiliğinden açıklığa kavuşmuştu. Bey, kazdığı mezarın içerisine kollarına aldığı kız kardeşinin cansız bedenini bıraktı. Ardından yağan yağmura aldırmadan başını gökyüzüne kaldırıp var gücüyle haykırdı: 

“Meeeeeeem! İstediğin oldu al sana yaaaaar!”

Hem sitem hem pişmanlık duyulan Bey'in sesinden sonra mezardan “Merhaba!” diye göğe yükselen Mem’in sesi işitildi. Bu ses beşeri bir aşk hikâyesinin ilahi bir aşka dönüşünün sesiydi. Bu ses Allah’tan gayrı kimseden fayda olunamayacağının sesiydi. Bu ses umudun ve azmin adıydı. Bu ses Botan’ın hırçın suları, azametli dağları, konuksever yaylalarının nefesiydi. Bu ses iki sevgilinin kavuşması, birbirleri için öldüğünün hikâyesiydi. Mem û Zîn, bu toprakların Şehname’si, Fuzuli’nin Leyla ve Mecnun’uydu.”