Gönülsüz Olmaz, eski ittihatçı Turgut ve onun mektepten arkadaşının yıllar sonra karşılaşmasının hikâyesi. Bu hikâye sıradan ve yalın bir karşılaşmadan ziyade gerçeklerle yüzleşmenin hikayesidir. Ağaoğlu da tıpkı Turgut gibi eski ittihatçıdır, belki de Turgut’un vücudunda kendini sirayet ettirmiştir. Turgut zeki, çalışkan olmasının yanında haksızlığa başkaldıran, mazlumun yanında olan ve gençlik heyecanıyla hararetli sohbetler eden, istibdadın önünde gür sesiyle duran bir karakterdir. Arkadaşı ise bir o kadar sakin ve sessiz bir kişiliğe sahiptir.

Turgut bir sohbet esnasında arkadaşına “Nihayet Türkler de başkaları gibi zulüm ve esaretten kurtulacaklar, biz de başkaları gibi serbest ve şerefli bir hayat yaşayabileceğiz,” demiştir ve dediği gibi de yapmış, inkılaba karışmış ve inkılabın mühim hatiplerinden birisi olmuştur. Fakat yıllar sonra işler hiç de onun ya da inkılap yanlıların düşündüğü olmamıştır, herkes bir yana savrulmuştur. Kitapta bu savruluşla gidilen yeni yol inkılap yaparken nerede eksik olunduğunun göstergesi niteliğindedir. Buradaki hata ise inkılabı gönüllere işlememek olarak gösteriliyor. Bunu anlatıda Turgut’a “gönül” sözünü nakşettiren ihtiyarın sözünde görmek mümkün. İhtiyar “Gönülsüz iş olmaz. Köylü, sen, ben, hepimiz gönül yerine taş taşıyoruz. Taş ise saçak tutmaz, kök salmaz ve ağaç çıkarmaz. Bu böyleyken; yani gönül yerine taş dururken senin, benim, herkesin yaptıklarımız abestir, beyhudedir, tutmaz, olmaz.” Burada kast edilen fikirlerin, düşüncelerin, eylemlerin olduğu ama hislerin olmadığıdır. Bir savaş yapılırken en önde giden asker köylüdür, şehit olan köylüdür, emeği veren köylüdür ama saraylarda hayat süren yöneten kesimdir.

Kitapta Turgut’un eşi misafire horoz etini kızartıyor ve Turgut’un arkadaşı böyle güzel yemek yapmayı ailesinden mi öğrendiğini sorduğunda kadın Turgut’tan öğrendiğini, Turgut’la evlenmeden önce böyle yemekler yapıp yemediklerini söylüyor. Konuşmanın devamında kadın köylünün yemeğinin soğan ve bulgur olduğunu ifade ediyor. Şaşılacak durum değil mi? İnekleri, tavukları, horozları, bahçesinde çeşit çeşit meyve ve sebzesi bulunan köylü bunları neden yemiyor? Sohbetin ilerleyen kısmında buna yine açıklama getiriliyor, burası da bir hayli ilginç: “Bizde koyun tutmazlar. İneği, tavuğu olan yoğurdunu, yağını, yumurtasını pazara götürür, satar, çocuklara öteberi alır, vergi verir.” - “Yese gömleksiz kalır, vergiyi ödeyemez.” İşte, kitap yönetici ve halk arasındaki uçurumu böyle örneklerle açıklıyor. Halk üretiyor, vergisini veriyor, yöneten ise halkın ürettiğini biliyor ama tüketemediğinden habersiz; köylünün ne giydiğini, ne şartlarda yaşadığını bilmiyor. Bu örnekler köylünün ürettiğini tüketememesini anlattığı gibi alt mesaj olarak da: köylü sayesinde bütün inkılaplar yapılmış ama köylü inkılabın nimetlerinden, bolluğundan yararlanamamıştır.

Peki gönül kavramı nedir? Burada iki husus var diyebiliriz. Biri işi gönülden yapmak, diğeri ise insanların gönlüne girmek. İşi gönülden yapmak kitapta, devlet bürokrasisinin ülkenin ücra yerindeki bir köye gelmemesinden yakınılarak örnek veriliyor. Eğer memurda gönül yoksa, taş kesilmişse nasıl çalışırlar, nasıl kanunları icra ederler? Gönüle girmek ise inkılabın, yeniliğin, değişimin önce alt tabakadaki insanın gölüne girerek yapılmasıdır. Köylü güzel yemekler yemeyip güzel giysiler giymeyip mağara gibi bir oyukta yaşıyorsa bu inkılabın ne önemi var? Turgut bu konuda şu sözleri sarf ediyor: “Biz gönülsüz işe başladık ve işte onun içindir ki muvaffak olamadık. Eski gönülle inkılap yan yana yürüyemezler. Bu eski gönlü içine girmiş olan kurtlardan temizleyecektik.”

Gönül his üzerine kurulurdur, yani insanlar birbirlerini hissederlerse yaşadıklarının farkına varırlar. Komşusu açken kimse tok yatmamalı, bir tabak komşuya yemek götürmeli veya beraber iş tutmalı, yardımlaşmalı, biri yere düştüyse kaldırmalıyız. Başkasının acısını hissetmezsek cansız varlıklardan ne farkımızı kalır... Turgut bunu şöyle dile getiriyor: “Bizde his ölmüştür. Güzellikten zevk alamıyoruz, fenalıklara karşı nefret duyamıyoruz, birbirimize karşı muhabbet, şefkat, merhamet beslemiyoruz. Kalplerimiz birbirine yaklaşmıyor, ruhlar birleşmiyor, aramızda sıcaklık hasıl olmuyor. Birbirimizden ürküyoruz, kaçıyoruz. Başkası için ıstırap çekmenin, başkasının yardımına koşmanın, başkasını bir felaketten kurtarmanın ne kadar zevkli bir şey olduğunu bilmiyoruz. Hülasa bizde kalp ölmüş, biz hissiz kalmışız. Yaşamak bu mudur? Böyle bir yaşamanın zevki neresinde? Neden taşa, kayaya, toprağa cansız diyoruz? Çünkü onlar hissetmezler, duymazlar, kayıtsızdırlar.”

Sonuç olarak kitap; inkılap yapıcılarının inkılap yaptıkları halktan kopuk olmasına eleştiri niteliğindedir. Ayrıca kitap halkın sefaletine, çıkar savaşlarına birbirinden güzel örnekler bezemiştir. Neredeyse üzerinden 100 yıl geçmesine rağmen geçerliliğini koruyan başyapıttır. Sosyologların, siyaset bilimcilerinin, siyasi liderlerin okuması ve şapkalarını önüne koyup düşünmelerini gerektiren bir kitaptır.
Yazımı İhtiyar’ın sözleriyle bitirmek istiyorum: “Bu millette daha neler var. Fakat ne çare ki işlenmemiş. Topraklar altında kalmış bir define.” Belki, bu kitabı okuyarak bir milleti yeniden işleyecek, inşa edecek nesil yetiştirme ümidiyle…