Ahmet Haşim’in kaleme almış olduğu Şiir Hakkında Bazı Mülahazalar, Piyale adlı kitabının ön sözüdür. Eser poetik bir metindir. Bu metin Ahmet Haşim’in şiir anlayışını açık bir şekilde ifade etmektedir. Haşim bu eseri, “Bir Günün Sonunda Arzu” adlı şiirinin anlaşılmaması sonrası, kendisine gelen eleştiriler üzerine yazmıştır. Bu yazı 1921 yılında yazılan Bir Günün Sonunda Arzu adlı eserden beş yıl sonra 1926’da yayımlanmıştır.

Biz de bu yazımızda Şiir Hakkında Bazı Mülahazalar adı yazıdan yola Haşim’in poetikasını ve şiir anlayışını elimizden geldiği kadar aydınlatmaya çalışacağız.


Hâşim ön sözüne Bir Günün Sonunda Arzu adlı eserine gelen eleştirilerden bahsederek başlıyor. Haşim’in ifadesine göre Bir Günün Sonunda Arzu adlı eser kimilerine göre çok muğlak (kapalı) sayılmış ve bunun üzerine “mana” ve “vuzuh” hakkında eleştiriler yöneltilmişti. Ancak bu yazılanların pek çoğunu anımsayamadığından bahsediyor. Zira yapılan eleştiriler basit, küfürlerle dolu, aşağılayıcı ve bir kısmı da günlük gazete saçmalıkları türünden bahislerdir. Fikir ayrılığından dolayı hakareti, öteden beri gelmekte olan aşınmış bir silah ki şerefsiz bir miras halinde aynı düşünce etrafında toplanmış şairler tarafından kullanılmaktadır. Bu yüzden her edebiyatçı bu tür tartışmalara maruz kalmış ve tanımıştır. Hele edebiyat ve bilim alanlarında fikirlerini özgürce ileri sürebilen kimseler bilgin, eleştirmen ve sanatçı dahi olsa onlardan insani kalıplara sığar eleştiriler beklemek çocukça bir aldanış olur, diyor Haşim. Buradan şunu net bir şekilde anlıyoruz: Ülkede ve edebiyatında iyi bir eleştirel ahlak ve eleştiri kültürü oturmamış, ileri sürülen düşünceler sadece birbirini köreltmek, ağır ithamlarla suçlamak üzerine kurulmuştur. Böyle bir ortamda da edebiyat alanında bir fikir alışverişinde bulunmak imkansız bir hal almıştır.

Hâşim sözlerine tekerleme ve tahkir (aşağılama) tarzı sözlerin bir tartışmaya zemin ve dayanak oluşturamayacağından doğrudan “mana” ve “vuzuh”un yani anlam ve açıklığın ne değerde olduğunu, neye denk geldiğini söyleyerek devam ediyor. Tam olarak bu iki kavramdan yola çıkan Haşim, böylece ortaya poetikasını da koymaya başlıyor.

Hâşim, şiirde manadan neyin kastedildiğini bilmediğimizi söylüyor. "Fikir denilen bayağı görüşler yığını mı, hikaye mi, mazmun mu ve vuzuhun adi idrake yani sıradan, basit kavrayışa göre anlaşılması mı demektir?" sorusunu yöneltiyor bizlere. Şiirin şiir olması için bunların olmasının elzem olduğunu, mecburi olduğunu varsayanlar, söz sanatsız şiirin olmadığını düşünenler şiirden anlamayan kimselerdir, diyor. Şiirin bu şekilde anlaşılmasının sebebi ise resim, müzik ve heykelcilik gibi alanlarda kendilerine özgü fırça, boya ve kalem gibi beceriye bağlı araçlar kullanılması fakat şiirin bu araçlardan yoksun olmasından ve gücünü konuşulan dilden almasına bağlıdır. Bu yüzden okur “dil”e çok hakim olduğunu düşünerek küstahça yorumlarda bulunabiliyor. Oysa bu yanlış bir tutumdur.

Oysa şair ne bir haberci ne belagat sahibi bir insan ne de vaz-ı kanundur (yasa koyucu). Şairin lisanı anlaşılmak üzere değil “duyulmak” üzere ortaya çıkmış ve musiki ile söz arasında, nispeten musikiye yakın bir alandır. Nesirde mevcut olan dil kurallarının yahut ögelerinin hiçbiri şiirde olmak zorunda değildir. Bu yönüyle şiir ile nesir birbirinden ayrılan iki farklı yapıdır.

Nesir doğrucu, akıl ve mantığa hitap ederken şiir; idrak (algılama) alanları dışında duygulara yönelmiş, duyuşlarımızın ufuklarına yansıyan kutsal bir kaynaktır.

Hâşim burada şiirin nesir gibi anlaşılmasının yanlış olduğu, nesrin akıl ve mantığa, şiirin ise ruha, manaya ve duygulara daha yakın olduğundan bahseder.

Şiir, nesre çevrilmesi mümkün olmayan bir nazımdır. Zira tek bir anlam alanı yoktur ve her okuyucu farklı bir mana bulacaktır. Bu da şiirin tek bir kalıpla nesre dönüşmesine engel olacaktır.

Hâşim halis (öz) şiiri ele alırken Rahip Brendon’un söylediklerine aynen katılır. Brendon’a göre muhakeme, mantık, belagat, insicam, tahlil, teşbih, istiare ve bu minvaldeki ögelerin “şafak aydınlığı” gibi her dokunduğuna gül pembeliğini veren şiirin büyüleyici etkisiyle nitelik değiştirip başka bir biçime girmedikçe bu düzyazıdır. Farklı bir şey değildir. Şiir gün doğumu gibi her dokunduğunda farklı bir mana bırakır.

Şiir bir hikaye değil bir şarkıdır. Şiirdeki ahenk unsuru bozuldu mu onu meydana getiren tüm unsurlar çirkinlik içerisine düşer.

Şiirde bir “mana” araştırmak için şiiri deşmek güzel sesli bir kuşu sırf eti için öldürmekten farksızdır. O küçücük et yığını, o kaybolan, susan sesin yerini tutabilir mi hiç?

Şiirde önemli olan sözcüğün manası değil cümle içerisindeki telaffuz kıymetidir. Ona göre sözcük diğer sözcüklerle etkileşime geçince ortaya asıl şiir çıkar. Sözcük, diğer sözcüklerle bir bütün olabildiğinde ortaya dalgalı ve akıcı, karanlık ya da aydınlık, ağır ya da hızlı bir duygu dünyası çıkartır önümüze. Her okuyan da kendisini duygu durumuna göre bu dünyaların içerisinde bulur.

Eğer sözcük değişimleri ve uyum kaygıları arasında “mana” karanlık bir hal alırsa “ruh” onu ortaya çıkan ahengin lezzeti ile telafi eder. Zaten “mana” ahengin telkinlerinden başka nedir ki? Şiirdeki konu, şairi harekete geçirmek için bir nedendir sadece. Burada Haşim “manayı” mükemmel bir şekilde özetlemektedir. Şiirdeki mana, içerisi bal dolu porselen bir kabın ormanın derinliklerinde bir yere konulmasıdır. Bu kabın etrafında da arılar kanat çırpmaktadır. Okuyucu porselendeki manaya tam olarak ulaşamasa da etrafındaki arıların vızıltıları ona şiir hazzını verecektir. Bu tarifin dışında hiçbir şey şiir değildir. Böylesine şiir diyenler de şiirin yabancılarıdır. 

Şiirin ortak bir dilinin olması ve tüm okurlar tarafından aynı biçimde anlaşılması mümkün değildir. Şiiri sadece belirli topluluklar anlayabilir. Burada Abdülhak Hamid’e de yer veriyor Haşim. Hamid’i okuyanlar hayranları arasında yüzde on bile değilken; anlayanlar da bu yüzden onun binde birine dahi denk gelmemektedir.

Şöhret, anlayan iki üç ruhtan taşan duygu durumlarının zayıf ruhları yani halkı arkasına almış olmasıyla sağlanır. Aksi taktirde şöhret, onurlu bir ruh için utanç vericidir.

Herkesin anlayabileceği şiir, şairlik seviyesi düşük şairler tarafından yazılmıştır. Oysa büyük şiirlerin kapıları sımsıkı kapalıdır. Herkes bu kapıyı açamaz ve anlam alanlarını bulamaz. Bu kapılar kimi zaman yüzyıllarca kapalı kalır. Ta ki şiire muhtaç, şiirden ne alacağını bilen bir okur gelene dek.

Haşim’in dediğine göre son yıllarda bir tarihçimiz Nedim’in şiir kapılarını kaldırmış ve Nedim’in şiir bahçelerinde şiirden anlamayan kişiler girip şiire zarar vermiştir. Bu şahıslar çini duvarda kirli el izleri bırakmış ve Nedim’in şiirine zarar getirmişlerdir. İşte burada şu açıkça ortaya çıkmaktadır; şiiri, gerçek şiiri herkes kavrayıp anlayamaz. Bazıları ona sadece zarar verir ve üzerinde leke bırakır.

Şairin anlamlı olmaktan ziyade başka kaygılarının da olduğundan bahseder Haşim. Herhangi bir sanat eseri hakkında “nedir?” “ne demektir?” “benziyor-benzemiyor” “böyle şey olur mu?” gibi sözler sarf eden kişi, sanatçıdan ve sanat eserinden hiçbir şey anlayıp öğrenemez. Bu kişileri de iğrençlikle itham eder Haşim. Sanat yapılarında kendi düşüncelerinden izler bulamayan bu kişiler her dönemde sanat ve sanatçı düşmanı olmuşlardır. Sanatçı da o kişiler yüzünden ya bir dalkavuk ya da masum bir kurban olur.

Bu sanattan anlamayan ve sanata zarar veren kişilerin yanında bir de sanat memuru vardır. Bu sanat memuruna edebiyat öğretmeni de denilebilir. Bu adamın yaptığı işi boş bulur Haşim. Edebiyat öğretmeni hava satan, bir tüccar gibi eğitim programlarına bağlı kalarak bilgi vermeye çalışan ve yanlış eğitim veren gereksiz bir eğitimcidir. Zira ne şair şiiri ne de sanatçı şiiri tam manasıyla yorumlayamaz. Onun için edebiyat öğretmenliğini boş bir müessese olarak görülmektedir.

Bununlar birlikte şiirde “vuzuh” gerekliliği kabul edilse dahi önce vuzuhun ne olduğu açıklanmalıdır. Açıklık şahsi bir meseledir. Herkes aynı eseri aynı ölçüde anlayıp algılayamaz. Çünkü açıklık yapıta özgün olduğu kadar okuyucunun da kendisi ile ruhu ve zekası ile de ilgilidir. Gece içinde yanan bir ateş tepedeki kişiye gözükse bile uçurumdakine gözükmez. Bu ateş tam olarak kişilerdeki görüş alanlarını temsil eder.

Günlük gazeteler okuru tembelleştirmiştir. Bu kişiler şiirden zevk alamaz. Zira günlük gazetelerdeki dil tek bir yargıya varan sanatsız ifadelerden oluşur. Oysa şiiri anlamak için ruh ve zekadan başka ışık, hava ve zaman gibi birtakım unsurları da algılayıp buna göre yorumlamak gerekir.

En güzel şiirler anlamını okuyucunun ruhundan alan şiirlerdir. Şiirde kimi bölümler belirsiz ve kuşkulu kalır ancak bu sanat seviyesini yükseltir. Zira şiirde bir açıklık bırakılmalı ve okuyucunun hayal gücünü kullanmasına izin verilmelidir. Sanat eserinin en büyük özelliği, hayal gücünü kendine bağlamasıdır. Bunu başaramayan şiir yok olacaktır.

Konu ise gece içinde açan güller gibi net olarak görülmez, ancak sezilebilir. Böylece hayal gücünün eksik olan yönünü tamamlar. Güzel olan hayalde güzeldir. Gece vakti kapılarından girdiğimiz şehre gündüz vakti girersek aynı haz ve zevki alamayabiliriz. İşte hayal gücü o gece, gerçek de gündüz vaktidir. “Muhayyile, yarasa kuşu gibi, ancak şirin nim karanlığında pervaz edebilir.”

Özetle şiir peygamber sözü gibidir. Çeşitli manalar çıkarmaya elverişlidir. Her okuyucu kendine göre bir anlam bulur şiirde. Böylece şair ile okur arasında bir bağ olur. Sınırlı ve tek bir anlama çıkan şiir anlam alanları geniş olan şiirlerin yanında sanat seviyesi olarak bir hiçtir.



Sonuç;

Bu yazımda Ahmet Hâşim’in şiir poetikasını, Şiir Hakkında Bazı Mülahazalar adlı eserinden yola çıkarak dilini de sadeleştirerek anlatmaya çalıştım. Umarım okuruna fayda sağlayan bir metin olur.