Şiddet günümüzde sık karşılaşılan bir olgu olup Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ)’ne göre “Birinin kendisine, karşısındaki kişiye, gruba ya da topluma karşı yaralanma, ölüm, psikolojik zarar veya kayıpla sonuçlanan ya da sonuçlanması muhtemel olan fiziksel güç ya da zorlama uygulaması veya tehdidinde bulunması.” olarak tanımlanmaktadır. Şiddetin her bir türü çocuk üzerinde olumsuz etkiler bırakmaktadır ve onun ileriki hayatını etkilemektedir. Bu durum kişiler arası ilişkilerden okul başarısına ve iş hayatına, eşlikten ebeveynliğe kadar yaşamın birçok alanına etki etmektedir. Bu nedenle bireylerin ruhlarında derin yaralar açan şiddetin önünde her birimizin durması gerekmektedir. Aileler fiziksel şiddetin yanı sıra çocuklarını yok sayarak, kısıtlayarak, sevgiden mahrum bırakarak da şiddet gösterebilmektedirler. Bu tarz duygusal yaraların fiziksel yaralara göre daha geç iyileştiği saptanmıştır. Yani görülmektedir ki çocuklukta sevgisiz bir ortamda büyümek ileriki hayata olumsuz yönde tesir etmektedir. Şiddete maruz kalmak veya şiddetin tanığı olmak çocuklarda oldukça derin yaralar açmaktadır. Ebeveynleri tarafından sürekli eleştirilen çocuklar ilerde yetişkin birey olduklarında da başkaları tarafından onaylanma ihtiyacı hissederler. Bu kişiler aşırı mükemmeliyetçidir ve hata yapmaktan korkarlar. Aslında tüm bunlar çocuğun zihnine küçüklükten itibaren dışlanmayla, reddedilmeyle ve sürekli eleştirilmekle işlenmiştir. Hata yapmaktan korkmalarının altında da gene reddedilme ve sevilmeme korkusu vardır. Başarılı olduklarında sevileceklerini ve takdir göreceklerini hissederler ve kendilerini bu şekilde tatmin ederler. Duygusal şiddet, fiziksel şiddete göre daha uzun sürede iyileşmektedir. Bireyler iyileşemediği durumda ömür boyu sevilmeye ve takdir görmeye aç yaşarlar. Çünkü sevgiye ve ilgiye hasret kalmışlardır. 

Şiddet öğrenilebilen bir olgudur. Bu noktada anne babaların dikkatle hareket etmeleri gerekir. Çünkü sosyal öğrenme teorisine göre birey her türlü davranışı öğrenerek içselleştirmektedir. Şiddete maruz kalan veya şahit olan çocuklar da ileriki yaşamlarında bunu sürdürebilirler. Eşler arasında yaşanan şiddet ile bireylerin kendi aile geçmişinde şiddetin var oluşunu ilişkilendiren birçok çalışma mevcuttur. Örneğin babasından şiddet görmüş bir çocuk bu davranışı sorunlarla baş etme metodu olarak öğrenir ve kendi çocuğuna da şiddet uygulayabilir ya da şiddet tanığı bir kız çocuğu ileriki yaşamında eşinden şiddet görebilir. İnsan neyi öğrendiyse ona benzer kişileri hayatına çeker. Aslında çocuk şiddeti başa çıkma ve savunma mekanizması olarak kabul etmektedir. Şiddeti savunma mekanizması olarak benimseyen bireylerin kişilik gelişim süreçleri de sıkıntılı olabilmektedir. Başka savunma mekanizmalarını keşfedemeyebilir ve yaşadığı problemleri şiddetle çözmeye çalışır. Yani aslına bakılırsa şiddeti uygulayanın baba olduğunu düşünürsek kişinin babayla özdeşleştiği görülmektedir. Bu doğrultuda şiddetin geçmiş yaşantıların kötü bir mirasçısı olduğunu söyleyebiliriz. Anne babası tarafından sevilmemiş, dışlanmış, hor görülmüş ve şiddete maruz kalmış çocuklar kendilerini sevilmeye değer bulmazlar ve kendilerini sevmezler. Kendilerini sevilmeye değer bulmayan çocukların benlik saygıları düşük olur. Bu insanlar ileride büyüdüklerinde ve yetişkin olduklarında da hayatlarına şiddeti tercih eden, kendilerine şiddet gösterebilecek insanları çekerler. Çünkü sosyalleşmenin başladığı ilk yer olan ailede şiddet de öğrenilebilen bir olgudur. Bu duruma çözüm bulunmadığı takdirde şiddet ve sevgisizlik nesiller boyu aktarılacaktır. Ayrıca şiddet ortamında büyümüş bireylerin ileriki yaşamlarında kişiler arası iletişimleri de zayıf olabilir ve bu da onları toplumun birçok alanında geri plana itecektir. Bu noktada aile üyelerinin farkındalık düzeylerinin yükseltilmesi gerekir. Aile içi şiddeti önleyebilmek adına psikolog, sosyal hizmet uzmanı, psikiyatrist gibi alanında uzman çalışanların multidisipliner çalışmaları gerekmektedir. Aile üyelerine karşı koruyucu önleyici çalışmalarda bulunulmalıdır. Bu noktada aile odaklı çeşitli terapiler uygulanabilir. Terapilerde aile üyelerinin sözel iletişim becerileri üzerinde durulabilir. Sonuçta şiddete başvurma ve kendini sözlerle ifade edememe durumu söz konusudur. Bireylerin en başta şiddete başvurmadan önce kendilerini ifade edebilecek kadar beceri sahibi olmaları gerekmektedir. Şiddet konusunda aile üyelerinin farkındalık düzeylerinin maksimum seviyeye gelmesi hedeflenmelidir. ‘’Birey hangi durumlarda veya duygularda şiddete başvuruyor, şiddet gösterince ne hissediyor, şiddet yerine hangi baş etme mekanizmaları devreye sokulabilir, kullanılabilecek sosyal beceriler nelerdir?’’ gibi soruların cevaplanması ve bu cevaplar ışığında şiddetin yerine konulacak yeni sosyal becerilerin devreye girmesi amaçlanmalıdır. Aile üyelerini tek tek ele almanın yanı sıra birbiriyle olan ilişkilerini, aile içi uyumu da ele alınmalıdır. Şiddet gösteren bireyin psikolojisini incelemek ve çeşitli müdahalelerde bulunmanın yanı sıra işin psikososyal boyutuna eğilip aile içi dinamiklerin de incelenmesinde ve sosyal ilişkilerin değerlendirilmesinde fayda vardır. Şiddet aynı zamanda toplumsal bir olgudur ve toplumun da bu noktada bilinçlendirilmesine yönelik uygulamalarla birlikte şiddeti önleyebilecek caydırıcı hükümlerin de sürece dahil edilmesinde fayda vardır. Yani bireyin psikolojisi, aile içi ilişkileri ve kurum odaklı çalışmaları kapsayan mikro ve mezzo boyutların yanı sıra işin toplumsal yanına eğilen, kamuoyunda farkındalık yaratmayı amaçlayan, sosyal politikaları kapsayan makro boyutuna da değinilmelidir.

 

 

KAYNAKÇA

Başoğul C., Lök N., Öncel S., (2017). Çocukların Aile İçi Şiddetten Korunmasında Ailelere Yönelik Girişimler, Psikiyatride Güncel Yaklaşımlar, 9(2), 123-135.

Lök N., Başoğul C., Öncel S. (2016). Aile İçi Şiddetin Çocuk Üzerindeki Etkileri Ve Psikososyal Desteğin Önemi, Psikiyatride Güncel Yaklaşımlar, 8(2), 155-161.

Özgentürk İ., Karğın V., Baltacı H. (2012). Aile İçi Şiddetin Nesilden Nesile Aktarılması. Polis Bilimleri Dergisi, 14(4), 55-77.