Aile, toplumu oluşturan en küçük birimdir ve buradan ne çıkarsa toplumu oluşturur diyebiliriz ama aslında toplumun dini, kültürü de aile yapımızı şekillendirir. Yani aile topluma, sosyal yaşantımıza adım atmamız için bizi hazırlayan, şekillendiren bir topluluktur. Yıllar boyunca aile kavramı değişiklik göstermiş, yeni formlara ulaşmıştır. İlk başta kabile halinde oluşan aileler büyük aile tanımına geçmiş, devamında sanayileşmeyle birlikte günümüzde yaygınlaşan çekirdek aile oluşmuş, bunun ardından tek ebeveynli çocukların bulunduğu aileler kendini göstermiştir.


Bu değişimlerin hepsini yaşayan yeni kuşak kendisinin çok fazla değişimler yaşadığını düşündü. Aslında bu değişimlerin çoğu bulunulan zamanın toplumsal şartlarını şekillendiren gelenekler, teknoloji, toplumsal alanda olduğu gibi kadın ve erkeğin rollerinin aile içinde de değişmesinden meydana gelen unsurlar. Çağımız ve yaşantımız değiştikçe aile kavramımız da doğal olarak değişti.


Eskiden aile kiminle evleneceğimize, nerede oturup ne iş yapacağımıza katı bir şekilde karar verirdi. Sonrasında kapitalizm, sanayileşme ve kentleşme arttıkça toplumun yapı taşlarını şekillendirdi ve bireye ihtiyaç duyuldu. İnsana; evet, ailenin parçasısın ama sen özgür bir bireysin, seçme şansın var, nerede oturacağına, kiminle evlenip ne iş yapacağına kendin karar verebilirsin, denilmeye başlandı.

Bu özgürlükle aile bağları gevşemeye, bizi kendi varlığımıza ulaştırmaya yöneltti. Belirli bir kesime göre bu; bir yozlaşma, dejenerasyon olarak yorumlandı ve geçmiş hazineleştirildi. Bu düşünce insanların geçmişe takılı kalmasından, gelişimini ve ufkunu sınırlamasından başka bir şey değildir. Çağın getirdiği bir gereksinimdir değişim ve bu değişim her daim bizleri farklı bir amaç için bir topluluk oluşturmaya sürükleyecektir. Aile kavramı belki alışılmışın dışında bir norma bürünse de yine kendini bir şekilde koruyacaktır. Örneğin; televizyonun ortaya çıkması sadece radyonun varlığını ortadan kaldırdı, teknolojinin değil. Bu bağlamda da ailenin yeniden şekillenmesi sadece eski aile yapısını kaldıracak, aile kavramını değil. 

 

Peki nasıl şekilleniyor bu aile kavramı? Dijitalleşmeyle birlikte insanlar farklı bağlar kurmaya başladı. Eskiye göre ailenin görücü kavramı değil de internette oluşturduğumuz kendi görücü kavramımız ortaya çıktı. Bulunduğumuz pandemi koşullarıyla birlikte insan sosyalleşmeyi, konuşma, hatta sevgi ihtiyacını internette, hiç bir araya gelmemiş insanlarla gidermeye başladı. Sosyal medyanın etkisiyle insanlar birden çok seçeneğin varlığını gördü ve bu kanaldan tanışılsa, bu tanışma bir evliliğe gitse de başka seçeneklerin olması aile temelini zayıflatan bir unsur oldu. Eskiden aileye olan bağımlılık; çoğunlukla kadınların çalışma alanında kendini gösterememesinden ötürü, aile birliği kendini gösteriyor, boşanmalar sık olmuyordu. Tabii ki bu da aile temelinin güçlü olmasından dolayı değil bağımlılıktan dolayıydı.


Günümüzde ise evlenebileceğimiz insanı kendi seçme imkanımız varken, karşımızdakine bir bağımlılığımızın olmamasına rağmen ayrılıkların çoğalmasını "aklımızın diğer seçeneklere kaymasından ötürü" olarak yorumluyorum. İnternette gördüğümüz bir fotoğrafla belki bir insanı güzellik, çirkinlik algımıza göre sevdiğimizi söylüyoruz ve günde birden fazla güzel, yakışıklı insanlarla karşılaşıyoruz. Tüketim çağında olmamız sevgi kavramını da içeriyor ve sevgiyi de kolaylıkla tüketir hale geliyoruz. Psikolog Dr. Mehmet Şakiroğlu aileyi "duygusal bir sistem" olarak tanımlıyor. "Bizi bozacağını düşündüğümüz sistemlerin çoğu duygusal sistemler değildir. Aile duygusal bir sistemdir ve işin bu duygusal tarafı değişen teknoloji çağına rağmen aileyi koruyor." diyor. Bu görüşüne katılıyorum ve buradan yola çıkarak da aileyi oluştururken yaptığımız eksikliklerimizi görebiliyoruz. Duygusallığımızı ikinci plana atıyor veya görselliğini beğendiğimiz birine duygusal bir şeyler hissettiğimizi düşünüyoruz.


Sosyal medyada sevginin, ailenin abartılı gösterişi yüzünden herkes büyük beklentiler bekliyor; hem sevgi duygusundan hem de aile kurumundan. Beklentimizi karşılamayan bir durum olunca da rahatlıkla kaçabiliyoruz. Çünkü her türlü imkanımızın varlığına güveniyoruz ve en kötüsü; daha iyisini bulabileceğine olan inançla boşanırken cüretkar olabiliyoruz. Bu yüzden emek göstermiyor, çaba sarf etmiyoruz.


Boşanmaya gidilmese dahi bunu çocuklarımıza yansıtıyoruz. Onları sevdiğimizi söylüyoruz ama bunu hissettirmiyoruz. Çocuklarımıza vakit ayırmıyor, her istediğini alırsam, sıkıntısız bir yaşam sürerse mutlu olacağını düşünüyoruz ama bu bizi maalesef ki iyi bir ebeveyn yapmıyor, çocukları da mutlu etmiyor. Çünkü içlerinde hep bir şeylerin eksik olduklarını görüyorlar ve o eksikliği başka şeylerle kapatmaya çalışırken yollarını kaybediyorlar.

O yüzden ister büyük ister çekirdek aile olsun, isterse çocuğu kan bağı olmayan biri veya büyükannesi, dedesi büyütmüş olsun; eğer bulunduğu ortamda sevgisizlik varsa bu en tehlikeli unsurdur. Dağılmasından korktuğumuz kadar, aslında, aile kavramının bu duygusuz sisteme dönüşmesinden korkmalıyız. Çünkü bana göre, gelecekte sevgiden yoksun bir aile yapısı oluşacak.


Eğer duygularımızı yaşayıp yaşatmazsak ve yansıtamazsak maalesef bu aile kavramına zarar verecek. İnsanların teknolojinin, dış etkenlerin, hayatta kalma mücadelesinden dolayı duygularının sesini duyamayacak ve sevdiğini sandığı kişileri, ailesini tamamen ikinci plana atacak. Bu bağlamda sevgisiz çocuklar büyüyecek ve bu soy aktarımı yıllarca devam edip toplumu oluşturacak. Sevgisizlik; anlayışsızlığı ve vefasızlığı da doğuracak. O yüzden hem ailenin sağlam bir temele dayanması hem de güçlü bir toplum için öncelikle hislerimize dikkat etmeliyiz. Bu kapitalist sistemde biraz soluklanıp gerçek hislerimize kulak vermeli, hislerimizi gerçek anlamıyla yaşamalıyız. Güzel, sağlıklı bir aileye ancak gerçek bir sevgiyle ulaşabiliriz.