Masal gibi

Bir varmış

Esrigün

Kabus gibi

Bir yokmuş

Tüplü bir televizyonmuş gözlerinin önünde, dünya;

Bir türlü çekmeyen bir kanal

Kalın, siyah çizgili, cızırtılı ekranında



Anlayabilmeyi özlüyorsun, sanki aylardır hiçbir şeyi eskisi gibi anlayamıyor, hiçbir şey üstünde uzun uzun durup düşünemiyor, sürekli odağını kaybediyorsun. Zihnin eskisi kadar berrak değil, kafandaki sis bulutlarından nasıl kurtulacağını bilmiyor, kurtulamadıkça endişe duyuyor ve bunu kabul etmek istemedikçe de kolay dopaminlere sarılıyor; bir kahveyle, bir biranın rahatlığıyla durumun üstesinden geldiğini zannediyor fakat her gün bir öncekinden daha da beter uyanıyorsun. Sahip olduğun en güzel şey aklın, aklını özlüyorsun. Uyuşmak ve uyuştuğunun bir şekilde farkında olmak, acı çekmekle eş değer. Okuduklarını aklında tutamayacak ve karşı tarafı bırak kendine bile yeniden anlatamayacak kadar dağınık ve uçup giden bir akıl durumuna sahip olmak, canını gerçekten acıtıyor. Ya da canın uzun bir süre boyunca yandığından, aklın işlevini kaybediyor.

Yaşadığım bu boyut ve bu gerçeklik, ruhtan da ruhun rüyalarından da daha soyut. Somut kılabilsem belki bu dünyayı, ellerimle tutup ona uzanabilsem...Avuçlarıma alıp bir kavanozda saklayabilsem soluduğum havayı... Kırıp hayat verebilsem, dokunduğumda bana beni vereceği yerde, beni acımasızca kandırıp parmak uçlarımı soğukla tanıştıran, üstelik kendi yalan yansımamla, bana beni ceset gibi tutan, hem sahtekar hem de cansız aynaları...

Çok basit bir işi yaparken bile, mesela bulaşıkları yıkarken, çoğu zaman bardakları ellerimde kıracakmışçasına sıkıyor ve böylece o an küçücük odamın mutfağında olduğumu, parmaklarımın suya değdiğini yani yaşadığımı, oluşumu kendime hatırlatmaya çalışıyorum.


Dünya, köpükleyip durduğu tabaklara dönüşüyor

Bir türlü hissedemediği ya da yaratamadığı yaşamı

Dört duvar içerisinde algılayabilmek için, dünya

Esrigün'ün ellerinde

Sürekli köpüklerken kırmaya yeltendiği fincanlara doğru üç yüz altmış beş gün altı saat dönüyor



Kış günlerini yaz günlerinden daha çok seviyorum, soğuk insanı diri tutuyor. Önceden ne zaman dünyaya yabancılaştığımı fark etsem balkon kapısını ardına kadar açar, önce evimin duvarlarından sonra sırtımdan ve ensemden girip yüzüme yüzüme vuran rüzgarla bir nebze de olsa kendime gelir, rahatlardım. Saçlarımı kurutmadan evden çıkar, kafa derimin içinde karıncalanan soğukla, algılarımın bana geri döndüğünü, onları kaybetmediğimi fark eder, korkunç bir kabustan uyanmış gibi içinde bulunduğum an için şükran duyardım. Önceleri hiç işitmemiş gibi suskun ve sessizliğe gömülen arabaların korna seslerini; ceketimi son düğmesine kadar iliklememe sebep olan , beni kalın şallara saran soğuğun canıyla birlikte yeniden işitir, gri ve renksiz dünyanın içindeki ağaçlar gözüme yeniden, eskisi gibi, olduğu ve normal haliyle yeşil görünürdü.

Çocukluğumdan beri diyerek söze başlayacağım, kulağa klişe gelecek. Benim klişem, senin klişen fakat kimin umurunda? Hepimiz bu ''özgün'' dünyanın basmakalıp hayatlarıyız.
Ne renk bildi çocukluğum, ne ses ne de cisim.
Annemin sarı saçları hep gri, yedi yaşım hep suskun ve ayaklarımın altı hep boşluk. Sayıları yeni öğrenip üstünde zamanı kavramaya çalıştığım kırmızı duvar saatimiz hiç olmamış sanki, geceleyin oynaşıp duran akreple yelkovan beni hiç korkutmamış, kanepeden düşüp kafamı vura vura uyanmamışım gibi. Bedenim hiç var olmamış, dizlerim hiç kanayıp kabuk tutmamış, ciğerlerim sigara içmeye başladığım ilk sene sanki hiç tıkanmamış.



''Gerçek ''dediğin artık her neyse, işte onunla bulanık bilincim arasında bir yerde

Aklım hep araf

Beş saniyelik bir düş ve nasıl geçtiğini anlamadığım yılların kavraması zor tik tak sesinde

Bir varım

Bir de yokum, Esrigün

Üstünde sektirdiğin taş denizin

Ellerinde taş onun, bunun

Bir var

İki var

Üç oldu mu

Koştuğum dalgalar

Olduğum anlar

Bulanık, titrek, en sevmediğim renginden yeşilin, yosun