AKREP VE YELKOVANIN İZİNDE


Akreple yelkovanın izini iyi bilirim. Okula gitmezden önce saati bilmezdim. Annem babam bana saati sorduklarında duvara mıhlı lenduha saate bakar, çubukları izler, akrep ile yelkovanla henüz tanışmadığımdan, “küçük çubuk dokuzda büyük çubuk üçte” derdim. (Akreple yelkovanın izini iyi bilirim demiştim, adını değil.)


Saatlere hep düşkündüm de belirli saatlerle (sözün düzü: zaman kavramıyla) aram hiç iyi olmadı: Ders saati, yatma saati, kalkma saati, buluşma saati, yaz saati… Arasam, sevmediğim başka saatler de bulurum ya sonucu değiştirmez bu: Saat gibi işleyen biri değilim. (Saatim saatime uyar mı, ondan da kuşkuluyum.) 


Benim düşkünlüğüm, nesnelere: Bilek, duvar, cep, masa saatlerine. Cep telefonları bunları silip süpürdü gibi. Akıllı saatler de olmasa, bilek ya da kol saatini takan yok sanki. Gittiğim yerlerde duvar saati arar gözüm ama ara ki bulasın; tek tük gördüklerim de Nuh Nebi’den kaldıkları için atılmaya kıyılamayanlardır. Yılbaşı armağanı diye gelmediyse masa saatinin hatırını soran da yok. Eh, ‘bu ahval ve şerait içinde’ cep saatinin halipürmelaline bulaşmamak en iyisi; çünkü burası mevlidin en firaklı yeri! 


Meydan saatlerini anımsayanlar vardır. Bakırköy’ün meydanında (adı bir Cumhuriyet bir Özgürlük diye anılan meydanda) kol saati asılı duruyor sanırım. Alanlardaki, kamu binalarının duvarlarındaki saatleri de severim ama işin zapturapt altına alma yanı beni ırgalamamıştı. O işe Rufailer (yani, Michel Foucault) karışır diye mi düşündüm, nedir? 


David Roney, dilimize  Akrep ve Yelkovan’ın İzinde / On İki Saatin Hikâyesiyle Uygarlığın Tarihi başlığıyla çevrilen (çev. Eylül İdemen Doğramacı) About Time kitabında, “nerede olursak olalım, kulelerin veya kamu binalarının tepesine monte edilmiş anıtsal kronometrelerin, şiddetli kargaşaların hakim olduğu bu dünyada bizi düzende tutmak için ortaya konduğunu görebiliriz” (s.26) dedikten başka, eski Roma’daki güneş saatleri olsun, eski Atina’daki Rüzgâr Kulesi olsun, Orta Çağ Çin’indeki su saatleri olsun, ister bugünküler olsun, saat kulelerinin hep politik gücü yansıtmak için kullanıldığını yazıyor: 


“Onları kimin, ne zaman görevlendirdiğine bakarak nasıl memleket onuru, yerel kimlik ve hepsinden önemlisi -bilhassa savaş, işgal ve mücadele gibi karışıklıkların ardından- düzen hissi gibi politik kaygıların sembolü haline geldiklerini görmek mümkün. Bu kamusal kronometreler, nüfusa geçici bir düzen duygusu dayatarak daha kapsamlı bir sivil düzen duygusu yaratmak için oradaydı. En azından hükümetlerin beklentisi buydu. Üstelik bu saatler, duvar ve kol saatlerinin iş yerlerinde ve evlerde yaygınlaşmasından çok sonra bile güçlerini korumaya devam etti. Öyle ki zaman geçtikçe gücü yansıtmada ve kontrolü elde tutmada daha da yararlı hale geldikleri sonucuna varmak bile abartılı olmayabilir.” (s.30)


Ben abartılı olduğunu düşünüyorum. Herkesin herkesi izlediği, yani bir bakıma düzen altında tutmak istediği -Behçet Necatigil’in demesiyle- çok çiğ çağ olan yaşadığımız zamanlarda, üstelik izleme araçları mercimek kadar küçülmüşken, korkunun tohumları ekilmekle kalmamış, boy vermiş demektir: İzlensin izlenmesin, izlenilmeye değer olduğunu düşünsün düşünmesin, bu korku, kişileri yola getirmeye, düzen altında tutmaya yetecektir. Bunun için koca koca saat kuleleri dikmek, kör kör parmağım gözüne demek, hizaya getirmenin bunca inceldiği çağda, işin kabasına kaçmaktır artık. Eh, düzen budalalarının, ne kadar budala da olsalar, incelikten yoksun olmaları şart değil ya. 


Hem canım, bunca karmaşa niye? Politik kaygılarla düzene çekmeye çalışanların günümüzde o kadar kaygılanmalarına gerek kaldı mı? İşte, hemen herkes görünme derdinde değil mi? İzlenilmeye değer olmadığını kim düşünüyor artık? Sosyal medya, takibe (bir de “takibe takip”e) can atanlar olmasa nasıl yaşar? Ahmet Oktay’ın kitabının adından, Gönüllü Mağdurluk’tan ödünç alayım; düzenin (ki, büyük oranda kapitalist düzen oluyor bu ‘artık’), ne diyordum, düzenin gönüllü muhafızları her an orada, her an ‘hazır kıta’. Etienne de La Boétie yaşasa da Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev’i bugün yazsa. 


Kişilerin görünürlük çılgınlığından, iktidarın görünmezliğine; güç istencinden, devletin ideolojik aygıtlarına; gözün iktidarından (panoptikon), iktidarın gözüne, Bentham’dan Foucault’ya, Nietzsche’den Althusser’e varasıya kim varsa okudunuz, okumadınızsa bile -neredeyse okumaya gerek duymayacak kerte- duydunuz, bir deyime, kuşatıldınız. Yetmedi, bilimin de denetimin, standartlaştırmanın emrinde olduğunu duydunuz. Covid-19 salgını tavsamış gibi görünse de daha geçmedi. Her gün bir yerimiz ağrıyor. Buna neden diye aşıları öne sürenler var. Sorun daha da büyüyor bu olasılıkla: Beni denetlemekten vazgeçip, ortadan kaldırmayı mı amaçlıyorlar? Daha düne kadar abartılı, paranoyakça gelebilecek bu kuşkular, gerçeğe yaklaşır gibi görünüp, kişiyi elsiz ayaksız bırakıyor. Bilime de güvenemeyeceksek, neye güceneceğiz? 


David Rooney, 1910’larda coşan süfrajet, yani kadınların oy hakkını savunan kadın hareketinin, eşit oy hakkı almak için, zamanı saptayan teleskoplarla saatlerin olduğu Edinburgh Gözlemevi’ni ne diye bombaladığı sorusunu kurcalayıp, yanıtı, zamanın standartlaştırılmasında buluyor. Ona göre standartlaştırma, bir güç ve kontrol eylemi. Bilim ile kontrol, bilimi bilmeden, anlamadan kutsayanların çoğunlukta olduğu günümüzde, çelişki gibi duruyor. Rooney, önce bilimin kendisinin, sonra “daha doğrusu” diye düzelttiği ya da açımladığı bilimsel etkinliğin bir çok anlamda iktidarın canlandırılmasına yaradığını yazıyor (s.173).


Akrep ve Yelkovanın İzinde ne kitabı? Saat tarihi, bilim tarihi, popüler bilim, uygarlıkta saatin aslan payı, hatta uygarlığın saatle eşitliği? Tümü de var bu kitapta. Öyleyse nedir bu kitap, ille de konumlandırmak ya da adını koymak gerekse, ne diyebilirim okuduğum kitaba? İşin kolayına kaçtığım ya da kendime denemeci dediğim için her sakallıyı denemeci sandığım sanılmasın ama ben deneme derim bu kitaba. Kuşkusuz yazınsal (edebi) deneme değil ama her deneme de yazınsal değildir ki. İşte, Bacon. O da denemeci, ama Montaigne soyundan olmadığı açık. Bence, David Rooney için de geçerli bu. Rooney, denemeye yatkın bir kalem. Kendisi horolog, yani saat bilimcisi, yani bilimci. Ayrıca, teknoloji tarihçisi. Francis Bacon, Bertrand Russell, Karl Popper türünden bilimci, düşünür, bilim felsefecisi gibi görmemek gerek. Rooney, bu adları bilmekle kalmayıp, onların yöntemlerini de unutmuyor kuşkusuz; ama o günümüzün bilimcisi. Günümüzün bilimcisinin ne olduğu ise başka bir soru(n). Şunu söyleyeyim, benim sevdiğim yazınsal denemeye uzak değil. Alice Harikalar Diyarında’dan yola çıkarak (anlamsız görünebileceğini düşünse de) saat ve kimlik sorununa varması da bunu gösteriyor bence (s.200). 


Kitaba, yazarın amacına genel bir çerçeve çizmek istersem, bu kitabın kimlik ve anlam sorunundan çıktığını sanıyorum. Belli ki yazarın temel eğilimi bu. David Rooney, saat bilimci ve ayrıca saatçi bir ailenin çocuğu olduğu için, uzmanı olduğu nesneden kalkarak soruyor sorularını. Başka bir alanda uğraşsaydı da kimlik ile anlam sorunlarını kurcalayacaktı bence. Örneğin felsefeci olsaydı, daha soyut bir konuda, örneğin zaman çeperinde soracaktı soruları. Kitabın girişinde, kendisini en çok büyüleyenin saatlerin “ne anlama geldiği”sorusu olduğunu söylüyor (s.17). Kendisinin denemeci yanından söz etmemin bir nedeni de bu. Kitap boyunca birbirinden ilgisiz gibi görünen ama her biri ilgi çekici biçimde işlenen düzen, inanç, erdem, pazarlar, bilgi, imparatorluklar, üretim, ahlak, direnç, kimlik, savaş, barış başlıklarında gezinirken, bu soruyu unutmuyor: 


“Bu kitapta şimdiye kadar incelediğimiz hikâyelerin tüm o karmaşası içinde bir rota çizmemize yardımcı olabilecek bir soru sormanın zamanı geldi gibi görünüyor: Saat nedir? Belki de şimdiye kadar elde ettiğimiz ipuçları bizi bu sorunun cevabına götürür. Saatler biziz; daha doğrusu, onlar bizim ve diğer insanların birer vekili, hatta yedeği. Saatlere kimlik aşılıyoruz.” (s.198) Eklemeliyim: Saatler de bize kimlik aşılıyor. 


Su ile güneş saatlerinden “hey Siri” diye seslendiğimiz, ‘sohbet’ ettiğimizi sandığımız saatlere (ya da yazarın tanımıyla “zaman tutuculara”), sözü, 6970 yılında okunmak üzere 1970’te Osaka’ya gömülen zaman kapsülüne getirerek bakan kitabı, kimliğe şöyle bir dokunup, denetim odağında okumaya çalıştım. Yazarın kitabı şu sözlerle bitirmesi de sanki böyle okunmasını istediğini gösteriyor: 


“… uygarlığın yapılarını temelde yeniden şekillendiremeyebiliriz. Ancak her birimiz kendimizce, dünyayı geldiğimiz zamandan biraz daha iyi bırakmamızı sağlayacak değişiklikler yapabiliriz. Elimizdeki araçlarsa saatlerin ta kendisi. Başkaları onları hayatımızı kontrol etmek için kullanıyorsa, biz de onları iyi bir etki yaratmak için kullanabiliriz. Ve bunu yapmamızın zamanı geldi; aksi takdirde zamanımız her an tükenebilir.” (s.239)


Akrep ve Yelkovanın İzinde: Anlatılan bizim hikâyemiz. 


Yazan: Orçun Üçer