Vladimir Bartol'un en ünlü eseri, fedailerin kalesi. Yazıldığı ve yayımlandığı dönemde hak ettiği değere kavuşamazsa da günümüzde sıkça çok satan kitaplar listesinde gördüğümüz nadide eserlerden biri olmayı başarmıştır. Öyle ki Bartol anılarında yıllar sonra bir gün sokakta karşılaştığı eski bir arkadaşıyla aralarında geçen konuşmayı şöyle anlatır: Arkadaşı, ''Çevirini okudum, çok beğendim.'' der. ''Hangi çeviri?'' diye sorar Bartol. ''Şu İngiliz ya da Hint bir yazar tarafından yazılan kalın roman.'' diye yanıt verir arkadaşı. ''Alamut'u mu kastediyorsun?'' diye sorar Bartol. ''Onu ben yazdım.'' Arkadaşı gülüp inanmadığını gösterir bir tavırla elini sallayarak ''Hadi oradan! Beni aptal yerine koyacağını mı sandın?'' diye yanıt vererek yürüyüp gider.'

Dönemin şartlarını göz önünde bulundurduğumuz vakit, böyle bir eserin ortaya çıkmasının mümkün dahi görünmediğini rahatlıkla anlayabiliriz. Bunun birçok sebebi var. Örnek vermek gerekirse yıkılmış ve varlığına dair taraflı vakanüvislerin yazıları ve bazı seyyahların notları haricinde kanıt bulundurmayan, neredeyse hiçbir milletin benimsemediği bir hükümranlık olan Haşhaşiler ile ilgili yeterli bilgi olmaması ve iki cihan savaşı arasında yazılmış bu romanın öncesinde konuyla ilgili yeterli çalışmaların yapılmamış veya yapılamamış olmasıdır. Bartol, bir arkadaşı aracılığıyla okuduğu 'Marco Polo'nun Seyahatleri' adlı eserdeki Dağların Yaşlı Şeyhi bölümünü okuduktan sonra yıllarca bu konuda çalışmalar yapar ve ortaya bu eser çıkar. Burada dikkat edilmesi gereken konu, döneminin en önemli seyyahı olan Marco Polo'dur. Keza Polo, Alamut Kalesi'ni daha önce hiç görmemiştir. Buna rağmen anılarında görmüş gibi cennet bahçelerinden, huriden farkı olmayan kadınlardan, haşhaştan ve görkemli Kartal Yuvası'ndan (Alamut Kalesi) bahsetmeyi ihmal etmemiştir. Polo, Hülagü Han'ın Alamut Kalesi'ni yerle bir edip halkını kılıçtan geçirmesinden 17 yıl sonra Alamut Kalesi'nin bulunduğu bölgeye gider. Sadece toprağa girmemek için meydan okuyan bir devletin, gizli bir cemiyetin kalıntılarına şahitlik eder. Tarihçilerin de sürekli söylediği gibi seyyahlara güven olmaz. Hayal gücünün verdiği bilgilere dayanırlar keza. Bartol, bundan habersiz bir şekilde kaleme alır romanını. Başlı başına bir başyapıt olan bu eser; Hasan Sabbah'ı her şeyin farkına varmış, dinin saçmalığını kavramış lakin Tanrı'yı reddetmeyen bir figür olarak ele alır. Hasan Sabbah'ın kişiliğine dair bir örnek vermek gerekirse aldatmadan haberdar ve karı-kocanın yakın bir arkadaşı olan 3. tekil şahısın sırf aldatan kimsenin sözüne güvenip karşı tarafı mutlu etmek için diğer tarafa olayı açıklamaması olarak anlatılabilir. Bunu aşağıda yazacağım metinde V. Bartol anlatılabilecek en iyi şekilde anlatıyor. Gerçekten tek kelime ile kusursuz.


"Bizi gökyüzünü seyre dalan bir böcekle mukayese edebilirim. Böcek başını kaldırıp gökyüzüne bakar ve 'Şu bitki sapına tırmanayım, oradan yıldıza yetişebilirim gibi gözüküyor.' der. Sabahtan akşama dek tırmanır. Sonunda en yukarı vardığında tüm çabalarının beyhude olduğunu fark eder. Zemin sadece birkaç adım altındadır. Ama gökyüzündeki yıldız, artık olduğundan daha uzaktadır. Üstelik artık daha yukarı tırmanmasını sağlayacak bir yol da yoktur. İnancını kaybeder. Kainatın sonsuz büyüklüğü karşısında hiçbir şey yapamayacağını idrak eder. Böylece tüm umudunu ve mutluluğunu sonsuza dek yitirmiş olur.''

-Alamut Kalesi, Hasan Sabbah'ın ağzından.


Bartol'a göre Hasan Sabbah, solan gülün bir daha açmayacağını fark edecek kadar zeki bir adamdır. Bu yüzden sadece bir kere gelinen şu dünyada halkın cahil kesimi için mutluluğun önemini idrak etmiş ve bunu kendi emelleri için kullanmıştır. Ne de olsa hepimizin amacı mutlu olmak değil mi? Cennete gideceğini sanan lakin son nefesi havaya karıştıktan sonra evrendeki vaktini dolduracak olan kesimin mutlu olması, aynı zamanda yüce bir ülküye hizmet etmesi elzemdir. Zaten Hasan Sabbah tam da bunu istemiyor muydu? Bu kesim daha önce gittiklerinden emin oldukları cennet için çırpınıp dursunlar ama hizmette kusur etmesinler istiyor. Başarılı bir roman, iyi bir kurgu ve yüzyıllar geçse de unutmayacak bir eser. Lakin kötü bir tarih aktarımı. O döneme dair elimizde neredeyse yok denecek kadar bilgi var. Ama bunu en iyi kullanan eserlerden biri için Semerkant eserini gönül rahatlığı ile okuyabilirsiniz. Siz de Alamut Kalesi sonrası Hayyam'ın zekasına daha fazla maruz kalmak isterseniz, Rubailer de burada sığınılacak bir liman olmayı başarıyor. İsmaili Mezhebi'nin en önemli temsilcilerden ve belki de temsilcisi olan Hasan Sabbah, sanırım tarihin her döneminde bir gizem olarak kalacaktır. Zaten tarihi çekici yapan da bu değil midir? Hiçbir şeyin gerçekliğinden emin olamıyorsunuz.