Marquez'in daha önce bir öyküsünü okuduysanız kendine has bir üslubu olduğunu bilirsiniz. Dolu dolu fakat dışardan oldukça sade görünen anlatımına aşinasınız. Bu öykü onun ilk öykülerinden dolayısıyla burada üslubunun henüz çırak olduğunu görebilirsiniz. Onun diğer eserlerine; Kırmızı Pazartesi, Şer saati gibi... bu eserinde o büyülü atmosfer yok . Fakat Avrupalıların pek anlayamadığı derin gerçekler var. (Kitabı okuyanlar anladı.) Kitabın en ilgi çeken yanı elbette atmosferi . Kolombiya'nın fakir bir kasabasında geçen hikaye o yerel hissi ve ihmal dolu ortamı tasvir etmektedir. Kitabı okurken daha önce hiç aşina olmadığım bir kültürü görüyor ve daha önce gitmediğim bir memleketi geziyor gibiydim.


Trajikomik bir hayat hikayesi diyebiliriz. Kolombiya 'da iç savaş ile geçen onca zamandan sonra Albay, Kolombiya devleti tarafından seneler evvel emekli edilmiş ve geçinebilmek için vaat edilen emekli maaşını beklemektedir. Ne var ki albay postacıya soruşunda postacı aynı cevabı vermektedir. "Albaya mektup yok!" Sabırla geçen onca zamanda Albay ve karısı oğlunu kaybetmiş yoksulluk ve çile ile türlü zorlukları atlatmaya devam etmektedir. Albayın tek umudu ise evinde besleyip hazır tuttuğu dövüş horozudur. Sefalet o kadar hayatlarını kuşatmıştır ki albay ve karısı sürekli tartışmakta ve yalnızca gündelik dertlerden başka bir şey konuşmamaktadırlar. Geçinebilmek için bazen borçlanmakta bazen ise bazı eşyalarını satışa çıkartmaktadırlar. Eserin arka planına baktığımızda bu karamsar havanın bir sebebi var o da devrimden sonra gerçekleşen sıkı yönetim. O kadar ki belli bir saatten sonra dışarı çıkamamaktadırlar. Yazar'ın burada eleştirel bir tavır aldığını görüyoruz. Yıllarca ülkesine hizmet etmiş bir asker kurulan yeni düzen sonrası bir kenara itilmiş ve önemsenmemiştir. Umudun görünürde tek bir yaşam kıpırtısı bile yok iken insanı nasıl ayakta tuttuğunu görüyoruz. Albay karısının endişeli ve karamsar her sözüne karşılık bir çözüm bir umutlu bekleyiş ile cevap verirken kitabın sonuna doğru daha gerçekçi bir tavır takınıyor ve adeta artık hayallerden vazgeçiyor. Öyle ki kitap sona yaklaşırken "Peki o zamana kadar ne yiyeceğiz?" diye soran karısına şu cevabı veriyor: "Elinin körünü"...